8 Kasım 2014 Cumartesi

Bit Yeniği/A1,A3

Kurşun renginde bir deniz
Metalik sesler çıkartan martılar
Hafiften çiseleyen yağmur
Birde hasretinle harmanlanan
Yüreğimi parçalayan şarkılar

Biliyorum yan yana gelmemiz biraz zor
Seninle yağmur ve güneş gibiyiz
Sen güneşsin gönlümü aydınlatan
Bense bereketim toprağa
Yokluğunda ağlayan

Ama nadiren de olsa
Yan yana gelsek yani
Dünyanın en güzel renkleri
Çıkar ortaya


                                                                                             Bünyamin Bucuka


9 Ağustos 2014 Cumartesi

Kelle Paça

Sigaramı yakıpta telefondan saate bakıp öğlen üç olduğunu gördüğümde henüz yeni uyanmıştım. Yatağımda oturuyor bu güzel tatil gününün bana verdiği mutlulukla sigaramı içiyordum. Çalışmayı, hareketi pek sevdiğim söylenemezdi derdim gücüm yatmak, uyumak, uzanmak kısacası hareket etmekten kaçınmaktı. Yemeği de çok sevdiğimden yıllar yılı vücudum gitgide büyümüş yağ biriktirmiş ve halk arasında şişko bilimsel dille de obez olup çıkmıştım. Hayattan fazla beklentisi olan bir insan olmamışımdır hiçbir zaman. Karnım doysun uzanacak yerim olsun yeterdi benim için. Şükür hayatta beni çok zorlamadı açıkçası karnımın doyuracak ve yatacak yer bulmama yarayacak bir gelirim olmuştur her zaman. Yataktan kalkıpta kahvaltıda ne yiyeceğime karar vermek için buzdolabının kapağını açtığımda çoktan sigaramı söndürmüş çayın altını yakmıştım. Yemek yemeyi sevmeme rağmen yemeği hazırlamak her zaman zor gelmiştir bana. Kaşar peynirini, sucuğu ve tost ekmeklerini çıkarıp mutfak tezgâhına koydum. Kaşar peynirini ve sucuğu dilimledikten sonra ekmeğin arasına koyup tost makinesine bastım. Kaşar iyice eriyip tostum hazır olunca kaynayan çayında altını kapatıp tepsinin üstüne tostumu, çaydanlığı, bardağı ve şekeri sığdırıp salona geçtim. Televizyonun tam karşısındaki koltuğun önündeki sehpaya tepsiyi koydum, yandaki koltuktan televizyonun kumandasını alıp televizyonu açtıktan sonra da büyük bir iştahla tostumu yemeye başladım. Eriyen kaşar ağzımla tostun arasında uzadıkça uzuyor sucuğun tadı damağımda adeta bir bayram bir düğün havası estiriyordu. Peşine yuvarladığım çay lokmamı yumuşatıyor sucuğun ekşi, baharatlı tadıyla karışan şeker o anda hazzı zirvelere taşıyordu. Lokmalarımı büyük büyük ısırıyor ağzımın her milimetre karesini her hücresini bu muhteşemlikle şenlendiriyordum. Bu sebeptendir ki tostumun bitmesi çok sürmedi. Çayımı tazeleyip yatak odasına geri döndüm sigaramı yaktım paketi ve kibriti cebime koyup salona geri döndüm sigaramı çayla yuvarlayıp kahvaltıdan aldığım hazzı arşa dayandırdıktan sonra tepsiyi alıp mutfağa götürdüm, buzdolabından meyveli soda aldıktan sonra salona gelip televizyonun karşısına kuruldum. Yapılması gereken hiçbir işim yoktu. Bütün günümü televizyonun karşısında aylaklık etmeye ayırmıştım. Sigaramın bitmesi ihtimaline karşı eve gelirken dün akşam dışarı çıkıp sigara almamak için üç paket sigara almıştım. Yapacağım en uzun süreli hareketler kombinasyonu kalkmak ceketimin cebinden sigaramı almak ve tekrar tahtıma kurulmak olacaktı. Bir gezi kanalını açtım ve en güzel İtalyan yemeklerinin konu edildiği en sevdiğim televizyon programlarından birini izlemeye başladım. Bir-iki saati böyle “yedikten” sonra yerli bir programda Kilis’i ziyaret eden bir televizyoncunun programında Kilis’in lezzetlerini tanımaya başladım. Kilis Tava’nın tam damağıma uygun bir yemek olacağını düşünürken yavaştan acıktığımı hissettim. Bu güzel günü taçlandırmanın tek yolunun muhteşem bir akşam yemeği olduğunu daha uyanır uyanmaz sigaramı yaktığımda düşünmüştüm ve akşam yemeği saati gitgide yaklaşıyordu. Akşam yemeği için ne yiyeceğimi düşünürken kalktım ceketimin cebinden sigaramı aldım ancak henüz daha ne yiyeceğime karar verememiştim. Kafamın içinde pizza, adana, kanat, İskender, kelimeleri uçuşurken sigaramı bitirip yatak odasına gittim. Masanın üzerinde duran bilgisayarımı alıp farklı alternatifleri değerlendirmek üzere salona geri döndüm. Bu sefer kanepeye uzanıp o site senin bu site benim dolanırken internette hala bir karar verebilmiş değildim. Kuzu etini, hamur işini, kebabı, köfteyi kısaca ot olmayan her şeyi beğeniyordum. Akşam yemeği menüm gitgide kafamda netleşirken saatin yediyi geçtiğini fark etmiştim. Her zaman arayıp yemek sipariş ettiğim lokantayı arayıp kelle paça, fazladan pilav, güveç, bir buçuk adana ve tatlı olarak da künefeyi 1309 sokak Eylül apartmanı 13 numaraya getirmelerini istedim. Ağzıma layık bir menü oluşturduğum için sevinçten uçarken aniden içecek söylemeyi unuttuğumu fark ettim ve lokantayı hemen arayıp litrelik kola ve şeftalili soğuk çayımı da siparişime dâhil edip muhteşem hazinenin gelmesini beklemeye başladım. Akşam yemeğimi getiren oğlanın lokantayı son aramamın üzerinden yarı saat kırk beş dakika sonra zilimi çalmasıyla heyecanım tavan yapmıştı. Motorlu oğlan gelesiye kadar koltuğumun önündeki sehpayı hazırlamış dört tane sigarayı da kültablasında boğmuştum. Oğlana parayı verip yemeğimi aldıktan sonra hemen sehpanın üzerine akşam yemeğimi dizmiş, kelle paçama sarımsak sosunu eklemiş kaşığımın içine tanelerini de doldurarak ekmekle mideye yuvarlamaya başlamıştım. Kelle paça bittiğinde ekmeğimi güvece bandırıp kaşığımı pilavla doldurup kola eşliğinde gömerken patlıcanın, etin, pirincin ve kolanın tadını ayrı ayrı alabiliyor hazzımı arşında ötesine taşıyabiliyordum. Güvecin ve pilavın üstüne lavaş ekmeğe dürülen adana akşam yemeğimi muhteşem kılıyordu. Tüm bu harikaların üzerine yenilen künefe kusursuz bir akşam yemeğini tamamlıyordu. Künefeden aldığım son lokmayla birlikte her şeyi silmiş süpürmüş, bardağıma şeftalili soğuk çayımı doldurmuş sigaramı yakmış ve kanepeye uzanmıştım. Yemek yemek kadar yemeğin üstüne yaktığım sigaradan da muazzam bir zevk alıyordum. Sigaramı kültablasında boğup şeftalili soğuk çayımı fondipledikten sonra televizyonda o kanal senin bu kanal benim dolanmaya başladım. İki-üç saati de böyle “yedikten” sonra bilgisayarımda video oyunu oynamaya başladım. Bir buçuk-iki saat geçmişti ki karışık sandviç saatinin geldiğini fark ettim. Köşem büfeyi arayıp sandviçimi gömdükten sonra artık uyku vaktim gelmişti. Yarın uyandığımda işe gitmeden ıspanaklı ve kıymalı börekle günümü şenlendireceğime kendi kendime söz verdim. Günün son işi olarak şakiri tokatlama seansı ardından uykuya daldım.


*SON*

                            Bünyamin Bucuka

20 Temmuz 2014 Pazar

Yüz Yüze


Uğur Genç
Bünyamin Bucuka
Ebru Yargıcı

Müzik:Arcangelo Corelli  "La Follia"
Kurgu:Ömer Genç
Görüntü Yönetmeni:Murat Başaran
Yardımcı Yönetmen:Uğur Genç
Yazan/Yöneten:Bünyamin Bucuka

Ersen Özcan,Yasin Öztürk,Volkan Hüner,Orçun Begde,İbrahim Yağcı,Enes Buyuran ve Emre Konce'ye sonsuz teşekkürler...

5 Temmuz 2014 Cumartesi

YERÇEKİMLİ KARANFİL

Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde  
Oysaki seninle güzel olmak var  
Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi  
Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda  
Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor.  

Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte  
Sen de bir başkasına  veriyorsun daha güzel  
O başkası yok mu bir yanındakine veriyor  
Derken karanfil elden ele.  

Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle  
Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil  
Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk  
Birleşiyoruz sessizce.

Canım İstanbul


Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.

İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...

Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare? ..
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...

O manayı bul da bul!
İlle İstanbul'da bul!
İstanbul,
İstanbul...

Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir ' Katibim'i...

Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul,
İstanbul...

Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...

Gecesi sünbül kokan
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul...
Necip Fazıl Kısakürek

10 Haziran 2014 Salı

İYİMSER BİR GÜL

Uyandım, seni düşündüm
Birdenbire duvar
Birdenbire gece yarısı

Sonra devriye parolası
Ve rüzgar
Ve birdenbire kalp ağrısı...

Uyandım, seni düşündüm
Ey yar
Ey göğsümün sol yarısı!

Su bulanınca
Meydanlarda sesin yırtılınca
Hiç dostun kalmayınca
Sarsılmış bir ömrün
Basamaklarında
Görüşüme gel ne olur
İyimser bir gül olsun
Dudaklarında...

Dert etme, iyiyim ben
Ara sıra mahşer
Ara sıra yaşama hırsı...

Sonra mazgal altı zulası
Ve mektuplar
Ve ara sıra hasret belası...

Dert etme, iyiyim ben
Ey yar
Ey hüznümün tütün sarısı...

Kan bulaşınca
Yangınlarda yüzün harlaşınca
Saçların tutuşunca
Zorlanmış bir hükmün
Tutanaklarından
Görüşüme gel ne olur
İyimser bir gül açsın
Yanaklarımda...

Yusuf HAYALOĞLU

4 Haziran 2014 Çarşamba

AH

yüzünün yarısı göz kadife yansımalı 
bulutlu siyah ah bulutları eflatun 
o boy aynasından çıktı fransızın malı 
vişne asidi vardı tadında rujunun 
ah sinema yıldızı filan olmalı 
ağızlığı kristal son derece uzun 

bir kibrit çakıldı mı ah yağmurluklu kız 
alevinden anlamlı dumanlar üfürüyor 
ah çocuk yüzünde gül goncası ağız 
saçlarından incecik su tozu dökülüyor 
sığınak gibi derin ağaçlar gibi yalnız 
karartma başlamış ışıklar örtülüyor 

ellerinde ruh gibi ah portakal kokusu 
kırkmaları morsalkım göz kapakları saydam 
çok vapurun battığı bir liman orospusu 
bir hırsla öptüm ki ah ölürüm unutamam 
ay ışığında deniz akordeon solosu 
pırıl pırıl yaşadım üç dakika tastamam 

görkemli çadırında italyan lunaparkın 
sanki zeytin düşürür yerlere gözlerini 
ah tahtına kurulmuş bol sakallı bir kadın 
sutyenler tutmuyor çılgın göğüslerini 
kaşları ip incesi kumral kirpikleri kalın 
kim görse şaşırır sakalının süslerini 

tavana asılmış sosyalist saçlarından 
ah sabah sabah omuzları kan içinde 
işkence sonrası genç bir kadın militan 
yığınlar uğulduyor hummalı gençliğinde 
adı bile çıkmamış dudaklarından 
doğru yaşadığının sımsıkı bilincinde ...


Attila İlhan

21 Şubat 2014 Cuma

YARIÇIPLAK

Soğuk bir ocak akşamıydı. Yağmur yeni dinmiş sahneyi donduran ayaza bırakmıştı. Islak yoldan geçen arabaların sesi binaların duvarlarına çarpıyor bununla da yetinmeyip kaldırımdaki insanların kulak zarlarını delip geçiyordu. Cadde kalabalık sayılmazdı. Barlardan çıkan iki üç genç, el ele tutuşmuş bir çift, köşe başında duran bir arabanın içindeki erkeklerle konuşan yarıçıplak bir kadın ve sakin sakin kaldırımda yürüyen Ömer dışında kimse yoktu caddede. Herkes ayazdan ve öncesinde sahne alan yağmurdan korunmak için sıcak bir yere sığınmıştı. Ömer paltosunun yakalarını kaldırırken bu kadın nasıl dayanıyor bu ayaza diye geçirdi içinden. Kadının ve arabanın olduğu köşe başına doğru ilerlerken arabanın kapısı açıldı ve kadın arabaya bindikten sonra araba ani bir kalkışla hızla oradan uzaklaştı. Köşeyi döndükten sonra eli paltosunun iç cebine giden Ömer bir sigara çıkartıp yaktı. Kalın paltosuna rağmen ayaz Ömer’in ince uzun bedenine işliyor bağrından giren soğuk hava çenesinin titremesine sebep oluyordu. İyice tenhalaşan sokakta sigarasını içiyor, sakin ve yavaş bir biçimde yürüyordu. Tekerleklerin ıslak yolda çıkardığı ses yavaş yavaş artıyor Ömer’in yanından geçerken zirveye ulaşıyor ve sonra seste arabayla birlikte uzaklaşıp kayboluyordu. Ömer sigarasını atalı çok olmamışken adımlarını sıklaştırıp hızlanmaya başladı. Soğuk bedenine iyice işlediğinden üşüyordu ama hızlanmasının sebebi bu değildi eve yetişme isteğiydi hızlanmasının sebebi. Adımları uzaktan ona doğru yaklaşan arabanın çıkardığı ses gibi giderek hızlanıyordu. Zirve noktasına ulaşınca bir an düşündü Ömer. Ne artık gidebileceği sıcak ve mutlu bir ev ne de o evin içinde onu bekleyen güzel bir kadın ve çocuklar vardı. Cebinden tekrar bir sigara çıkardı sigarasını yakarken tıpkı yanından geçen arabanın sesi gibi adımları da yavaşladı. Sigaradan aldığı her nefesten keyif almaya çalışıyor acısını, hüznünü, kinini ve pişmanlığını sigara dumanıyla birlikte üflemek istiyordu.
Caddede artık kimse kalmamıştı. Kimse yani hiç kimse. Ne hafif çakırkeyif gençler ne el ele tutuşup hatta birbirine sıkı sıkı sokulmuş yürüyen çiftler ne köşe başlarında erkeklerini bekleyen yarıçıplak kadınlar. O kadar ki başıboş dolaşan uyuz itler bile bir köşeye kıvrılmış ayazdan korunmaya çalışıyordu. Ömer bir başına kaldırımda yürüyor tüm duygularını sigara dumanıyla harmanlayıp üflüyordu. Caddeden çıkıp bir ara sokağa saptı ve az ilerde ışıkları yanan kahveye girdi. Tavanı basık zayıf beyaz ışıkla aydınlatılmaya çalışan duman altı olmuş kahvede boş bir masaya oturup çay istedi. Okey taşları, tavla pulları ve zarları, beyaz camdaki reklamlar, kalabalığın sesi birbirine karışıyor çay kaşıklarının sesini bastırıyordu. Beyaz camda reklamların ardından başlayan programda güzel kadınlar yakışıklı kocaları diğer yakışıklı erkeklerle aldatıyor yakışıklı erkekler de altta kalmamak için güzel kadınları başka güzel kadınlarla aldatıyordu. Bu olayı da düzgün fizikli bir yarıçıplak kadın gerzekçe bir sırıtışla izleyicilerine sunuyordu. Bu haberi izleyen Ömer de bir zamanlar onu seven güzel karısını düşünüyordu. Bir başka kanalda ise dolgun kalçalı ve iri göğüslü bir kadın baştan çıkarıcı bir dans ederek şarkı söylüyordu. Paltosunun iç cebinden sigara paketini çıkartıp masaya koydu içinden bir tane sigara alıp yaktı ve iri göğüsle dolgun kalçayı izleyerek sigarasını ve çayını içti. Çayı bittiğinde dolgun kalçalı ve iri göğüslü kadın çoktan şarkısını bitirmiş onun yerini sesinden kim olduğu belli olmayan “bize gelcenmi kız börek açcanmı kız” diye saçma sapan bağıran ve muhtemelen deminki yarıçıplak kadını şu anda bağırtmaya çalışan ama başarılı olamayan oynak bir oğlan almıştı. Ömer bir çay daha istedi ve çayını getiren kahveciye iki çay parası verirken bu civarda kalabileceği bir pansiyon olup olmadığını sordu. Çayını bitirdikten sonra kahvecinin tarif ettiği pansiyona gitmek için ayaklandı. Dışarı çıktığında yağmur hafifçe çiseliyor ayazla düet yapıyordu. Pansiyona doğru yürürken Ömer bu günün aslında diğer günlerden farkı olmadığını düşünüyordu.
Tam köşeyi dönüp tekrar caddeye çıkacaktı ki karşısına yirmi-yirmi beş yaşlarında esmer 1,80-1,85 boylarında 60-65 kilo iri göğüslü ve dolgun kalçalı bir yarıçıplak çıktı. Yarıçıplak davetkar bir tavırla içinde yakışıklım geçen bir kelime de kullanarak Ömer’e merhaba dedi ve nasıl olduğunu sordu. Ömer bu yarıçıplak tanrıçayı baştan aşağı süzdü ve aklına kahvede izlediği şarkıcı geldi. Davetkar yarıçıplak tanrıçaya cevap vermeyen Ömer sadece bu ayazda üşüyüp üşümediğini sordu. Bütün gece bu güzel yarıçıplak tanrıçaya söylediği tek şey bu olacaktı. Esmer tanrıça ise çok üşüdüğünü söyledi ve Ömer’den onu ısıtmasını daha da davetkar bir biçimde istedi. Ömer kafasını öne arkaya doğru salladı elini cebine attı ve bir miktar para çıkartıp yarıçıplak esmere uzattı. Yarıçıplak esmer tanrıça paranın tümünü aldı saydı ve bir kısmını Ömer’e geri uzattı. Ömer’in koluna girdi ve pansiyona doğru yürümeye başladılar…



*SON*

                                Bünyamin Bucuka

SEVİYORSAN GİT KONUŞ

                                                                                                             1
 Günlerden perşembeydi aslında çarşamba veya salı olsa da bir şey değişmezdi. Her gün hatta her an birbirinin kopyasıydı Axel için. Yaşamayı çok sevmesine rağmen yaşlanmak istemiyordu ama gençliğin verdiği toyluğuda aşmak istiyordu. Bir balık olmak istiyordu çünkü hiçbir şey bilmediğinin farkındaydı ve bu onu oldukça öfkelendiriyordu. Günlerden perşembeydi ve saat sabahın on ikisiydi. Axel aniden yatağından sıçradı, sanki bir yerlere geç kalmış gibiydi ancak ne onu bekleyen birisi ne de geç kalacağı bir işi vardı. Yalnızdı anlaşılan Axel. Akın akın kalabalıklar içindeki balıklar gibi yalnızdı. Geçimini çeviriler yaparak sağlıyordu. Bazen de dergilere şiir ve öyküler yolluyordu. Ama çoğu kez yollananlar ya fazla politik bulunduğu için ya da çok yavan olduğu için yayınlanmıyordu. Buna rağmen yalnız bir erkek, yazamayan bir yazar ve her şeyi bilmeyen bir balık olmak üzmüyordu Axel’i çünkü bir gözünün diğer tarafa geçeceğine inanıyordu. Hala yaşamasını ve acı çekmeye dayanmasını sağlayan işte bu inançtı. Günlerden perşembe ve saat sabahın on ikisiydi, yatağından aniden kalkan Axel bir an durup düşünmeye başladı. Eli hemen başucunda duran sigaraya gitti. Üzerinde kırmızı elma olan sigara paketinden bir sigara çıkardı ve büyük bir saygıyla onu dudaklarının arasına yerleştirdi. Tam Kav marka üzeri kilim desenli kibritine yönelecekti ki günlerdir yakasından düşmeyen öksürük nöbeti başladı. Bu sırada sigarası dudaklarından düşen Axel sabırla bronşlarındaki fırtınanın dinmesini bekledi.
Öksürükler bitince yere düşen sigarasını tekrar dudaklarına yerleştirdi ve üzeri kilim desenli Kav kibritini üzeri tırtıklı zeminde haşin ve kararlı bir biçimde çakarak sigarasının ateşle buluşmasını izledi. Bir-iki nefes aldıktan sonra sigarasının hayatına son veren Axel biraz düşündükten sonra yazıcısına yöneldi ve yazıcının üzerindeki düğmeye bastı.
Çıkan kâğıda hayret ve mutlulukla bakan Axel kâğıdın üstünde <<148-üst,154-2,215-odan1 ve 218-var>> yazısını okudu. Heyecanlanan Axel bir anda hazırlandı ve hemen aşağı sokaktaki iddaa bayiine koşup kâğıtta yazan maçları fikstüre dahi bakmadan oynadı. Kupondaki miktarı görünce gözleri fal taşı gibi açılan Axel şaşkınlık, heyecan ve mutlulukla eve doğru seğirtirken yüklü miktarda bir ikramiyenin onu beklediğini bilmiyordu bile.
                                                                                                            
                                                                                                             2
 Günlerden cumaydı. Bir önceki günden vuran ikramiyeyi akşam ıslattıktan sonra eve sarhoş dönen Axel yatağından yorgun bir şekilde kalktı. Eli kırmızı elma sigarasına ve Kav kibritine giden Axel’i hoş bir sürpriz bekliyordu. Kırmızı elma yerine paketi siyah renkte üzerinde deve olan bir sigara paketi Axel’e yüklü miktar parası olduğunu hatırlatıyordu. Sigarasıyla büyük bir keyif ve mutlulukla halvet olan Axel kalkarak yazıcıya yöneldi.

Dün yaşananları aklına getirerek-ki zaten aklında başka bir şey yoktu-düğmeye basan Axel sabırsızlıkla yazıcıdan çıkacak kâğıdı bekledi. Yeni doğan bebeğini kucağına alır gibi çıkan kâğıdı özlem ve şevkatle eline alan Axel kâğıtta sadece Kozet ve Aleksi Fiyodoroviç isimlerini okuyabildi. Biraz sonra bilgisayarın başına geçti ve bir süre sonra dergide yayınlanacağı öyküsünü yazmaya başladı. Yazıcı bu “yazamayan yazar”a Dostoyevski ve Hugo’dan yardım getirmişti anlaşılan. Hamamda yıkanan bir hayat kadınına âşık olan on yaşındaki bir çocuğun hikâyesi Axel’e itibar kazandıracak ve öykü eleştirmenler tarafından tam not alacaktı.

                                                                                                             3
 Günlerden cumartesiydi ve Sonya yatağından büyük bir mutluluk ve umutla uyandı. Koşup perdeleri ve pencereyi açan Sonya odaya güneş ışığı, temiz hava ve en güzel bahar kokularının girmesine izin verdi. Bu sırada Axel öyküsünü yazıyor yemek yemek, su içmek bir yana sigarasına bile elleşmiyordu. Büyük bir motivasyon ve inançla kalemi kağıdın üzerinde dans ettiriyor kağıtta yazanları çok dikkatli bir biçimde bilgisayara aktarıyordu. Kuşsütünün eksik olmadığı kahvaltısını büyük bir iştahla bitiren Sonya dişlerin fırçalamak üzere banyoya seğirtti.

Aynada yansımasını izleyen Sonya bu güzellik karşısında bir kez daha tanrıya şükretti ve odaya yöneldi.1,75-1,80 boylarında yüzü güneş gibi parlayan, doğan aya doğdum diyen, kaşları kara, saçları uzun, benim diyen modele taş çıkartan, daldaki elma, sudaki nergis, havada uçuşan leylak kokusu, bülbülün dilindeki gül, gülün içindeki gonca, dağ yolundaki yonca. Elf prensesleri kadar güzel ay ışığında yandığından beyaz tenli güzel bir kızdı sonya. Yaşamayı seviyor en küçük sevinçlerden bile büyük mutluluklar devşirmeyi becerebiliyordu. Bu güzel günü ve taptaze bahar kokusunu ciğerlerine doldurmak için hazırlanan Sonya sabırsızca kendini sokağa attı. Durakta gördüğü taksiye yönelen Sonya’nın amacı sahile inmekti ancak hayatının sonsuza dek değişeceğinden haberi bile yoktu taksiye bindi ve…
 Öyküsü bitirmeye yakın Axel acıktığını anlayıp mutfağa doğru yöneldi. Buzdolabını açtığında dolabın tam takır olduğunu gören Axel hayal kırıklığına uğradı. Odasına gitti Yazıcıyı çalıştırdı ve yazıcıdan çıkan kâğıtta bir taksi plakasını okudu. Pantolonunu ve gömleğini giyen Axel büyük bir isteksizlik ama mecburiyetle sokağa çıktı.
Yol kenarında bekleyen taksiyi görünce heyecanlandı çünkü kâğıtta yazan plaka bu arabanındı. Taksiye yöneldi kapısını açtı içeri girdi…
 Büyük bir mutlulukla camdan dışarıyı izleyen Sonya araba durduğunda şaşırdı. Şoföre neden durduğunu sorduğunda şoförden yanıt bile almadı.
Ama bu onu kızdırmadı ve tekrar sorduğunda ise şoförden arabanın motor arızası yaptığını ve telsizden bir taksi çağırıldığını bildiren bir yanıt aldı. Tam bu sırada arabanın kapısı açıldı ve arabaya aceleci bir tavırla bir adam bindi.
 Bir anda taksiye binen Axel şaşkınlığı üzerinden atamazken bir yandan da yaptığı bu kabaca davranış için kendine kızıyordu. Ama arabadan da inmek istemiyordu çünkü bu güne dek böyle bir güzellik görmemişti. Ay gibi parlayan bir yüzü, kemerli burnu, uzun saçları, gözleri, dudakları, kaşları,… Adeta hepsi altın oranla yüzüne yerleştirilmiş yaradan varlığının ve güzelliğinin kanıtı olarak bu kızı dünyaya göndermişti. Bu şaşkınlık ve hayranlık içerisinde Axel’in dudaklarından sadece özür dilediğini bildiren kelimeler çıkmıştı.
 Zaten bu güzel günde arabanın bozulması Sonya’nın sinirlerini bozmaya başlamışken bir de bu adamın pişkin bir tavırla özür dilemesi tüy dikmiş bir yandan Sonya’yı kızdırırken adamın bu pişkin ve cüretkâr tavrı bir yandan da Sonya’nın komiğine gitmiştir. Yüzünü ekşitip <<Ne özrü oğlum. Bu nedir lan yıl olmuş 2013 takside tanışmakta neymiş kaldı mı lan böyle klişeler ne yani biz şimdi evlenelim mi onumu istiyorsun>> diye yarı esprili yarı ciddi bir soru sordu Sonya. Bu soru karşısında şaşkına dönen Axel <<Ne alakası var yanlış görmüşüz>> diye gülerek geçiştirmeye çalıştı. Elini uzattı ve kendini tanıttı.

Tam Sonya bu iyi niyetli davranışa karşılık verecekti ki taksi şoförü bir anda ortaya atıldı ve öfkeli bir biçimde <<bir bitmediniz amk bu nedir lan çıkın gidin lan arabamdan>> diyerek Sonya ve Axel’i arabadan kovdu. Şoförün bu öfkesi karşısında kendilerini tutamayan Axel ve Sonya kahkahalarla arabadan indiler ve hemen yolun karşısındaki çay bahçesine oturup birer çay içmek üzere seğirttiler.

                                                                                                             4
 Günlerden cumartesidir ve Axel sol kaburgasını bulmuştur. Büyük ve tutkulu bir aşkın girdabına sürüklenmiş aşktan gerçekten de sarhoş olmuştu. Akşama kadar sadece Sonyayı dinlemiş yüzünü tüm ince ayrıntılarına kadar incelemiş artık gönlünde hep o resmi ömrünün sonuna kadar taşıyacağına kendi kendine söz vermişti. Vakit geç olduğunda onu evine bırakmış, telefon numarasını almış ve pazartesi gününe randevulaşmıştı. Büyük bir mutluluk ve sarhoşlukla eve dönerken Axel artık bir gözünün diğer tarafa geçtiğini düşünmüş ve ilk defa kendini bir balık gibi hissetmişti. Eve geldiğinde Axel hemen yazıcıya yönelmiş ve yazıcının tuşuna basmıştı. Çıkan kâğıtta hiçbir şey yazmadığını gören Axel öfkelenip yazıcıya vurmaya başlamış ve aniden arkasına dönüp irkilerek bağırmıştı. Yatağında kısa saçlı ve gür sakallı dev gibi bir adam yatıyordu.
Axel korku ve şaşkınlıkla bu adama kim olduğunu sordu. Adam neşeli ve sıcakkanlı bir tavırla konuşmaya başladı.<<Axel oğlum, yavrum neden yazıcıya vuruyorsun ha? Ben de senin evine vursam hoşuna gider mi? Hem nedir derdin nedir yani kimdir?>> Axel henüz şaşkınlığını üzerinden atamadan sorusunu tekrarladı.<<Ben mi? Ben o tokatladığın yazıcının meleğiyim. Yavrum sana gelecekte olacakları bir elektronik aletinmi söylediğini sanıyorsun?>> diye içini rahatlattı sakallı adam Axel’in.
Rahatlamış ve sakinleşmiş olan Axel Adama adını sordu. Adam<<Aslında öyle bilinen bir adım yok Ama istersen Ziver diyebilirsin bana malum en sevdiğin karakter hem arayı da ısıtmış oluruz. Korkma oğlum vallaha yemeyeceğim seni.>> dedi. İyice sakinleşen Axel Ziver’e kâğıtta neden bir şey yazmadığını sordu. Bugün olanları Axel’e hatırlatan Ziver<<Oğlum meleğim lan ben. Cinsiyetim yok. Ne anlarım gönül işlerinden>> diye cevap verdi. Axel bunun üzerine Sonya’yı uzun uzun tasvir etti. Onu anlatırken gözlerinin içi gülüyor hızlıca çarpan kalbini tüm şehir duyabiliyordu. Çok fazla sıkılan Ziver konuyu geçiştirmek için müdahale etti: <<Vallaha kardeşim dediğim gibi bu işlerden anlamam ama sana şunu önerebilirim: SEVİYORSAN GİT KONUŞ.>>


*SON*

                                                   Bünyamin Bucuka

KAR MASKESİ

Milattan sonra bilmem kaçıncı yılın aralık ayının herhangi bir sabahıydı. Dışarıda yağmur vardı ve sokak bomboştu. Yağmur damlaları camı dövüyor hızlı esen rüzgârın uğultusuyla birlikte harika bir senfoni oluşturuyordu. Vize haftası bitmiş uykusuz geçen geceler nihayete ermişti. Odaları soğuk olduğundan salonda uyuyorlardı Aziz ve Said. İki tane çekyat bir masa bir sehpa ve sandalyelerden başka bir şey yoktu odanın içinde. Masanın üzerinde dün geceden oynanmış okey takımı vardı. Sandalyenin üzerinde gömlek ve pantolonlar sehpanın üzerinde ise telefonlar çakmaklar iskambil kartları ve bir paket Sipahi vardı. Hava kapalı olduğundan salon aydınlık değildi. Loş ve kasvetli bir hava hâkimdi salona. Dışarısı soğuk olduğundan havalandırılmamış nefes sigara ve küf kokuları birbirine karışmıştı. Aziz aniden ciğerleri ağzından çıkarcasına öksürmeye başladı. Acı çektiği yüz ifadesinden belliydi. Öksürük nöbeti bitince tekrar uyuyamayacağını düşündü ve sehpanın üzerinde duran sigara paketinden bir Sipahi çıkarıp yaktı. Sigarasını içerken odayı izliyor odadaki tonlarca yükün altında eziliyordu. Uyandığı en kötü sabah değildi ama bir sıralama yapsaydı ilk on’a girebilirdi. Havasız gündüz olmasına rağmen karanlık loş bir odada uyanıyordu üstelik evinden kilometrelerce uzakta ailesinden uzakta bu koca şehirde bir başınaydı. Tek güvendiği insan Saiddi ve oda şu anda yanında horul horul uyuyordu. Sigarasından bir iki nefes daha aldı almadı yine çok acı veren bir öksürük nöbetine kapıldığı için sigarasını söndürmek zorunda kaldı. Su içmesi gerektiğini biliyordu ama yorganın altı sıcak olduğundan kalkıp su içmeye erindi. Ayağını yorganın altından çıkartıp hafifçe Said’i dürttü. Aziz tarafından dürtülen Said sehpada duran telefonuna baktı ve saatin 11.11 olduğunu gördü. Telefonu sehpaya bırakıp bir Sipahi’yi dudağına götürdü ve ateşledi. Bu sırada Aziz öksürüyor sesi adeta tüm sokakta yankılanıyordu. Öksürük nöbetine ve yeni sigarasını söndürmesine rağmen Aziz sehpanın üzerinde duran paketten bir Sipahi daha yaktı.
İkili sanki bir sabah ayiniymiş gibi sigaralarını içiyor arada bir birbirlerine baksalar bile hiç konuşmuyor odadaki eşyalara boş boş bakıyorlardı. Said ve Aziz arkadaştan öte kardeş gibiydiler. Yorganın altında Said ve Aziz sigaralarını içerken Aziz aniden konuşmaya başladı.<<Said… Kısa bir süre sonra öleceğini bilsen ne yapardın?>> Said Aziz’in sabah sabah böyle bir şey söylemesini beklemiyordu. Hüzünlü ama bir o kadar da kızgın bir şekilde karşılık verdi.<<Kardeş sabah sabah hiç açma bu konuları. Hem konuşmuştuk oğlum böyle şeyler söylemeyecektik birbirimize. Ölümden bahsetmeyecektik.>> Aziz her zaman hüzünlüydü. Zayıf ufak tefek çelimsiz bir yapısı vardı. Arkadaşları Sami Hazinses’e benzetirlerdi hep Aziz’i. Ama kanser olduğunu öğrendikten sonra daha bir zayıflamış daha bir küçülmüştü. Sanki buna sebep olan hastalığı değil de bunu öğrenmiş olmasıydı. Said’in bu cevabı onu üzmüş ve konuşmak zorunda olduğunu düşünmüştü.<<Hayır, gerçekten sorumu yanıtlamanı istiyorum. Öleceğini bilsen ne yapardın?>> Said bundan kaçamayacağını düşündü ve cevap vermek zorunda kaldı.<<Zaten öleceğimi biliyorum ki Aziz.>> Said’in bu kurnazca cevabı karşısında onu daha da köşeye sıkıştırmak istercesine Aziz bir soru daha sordu.<<Zaten herkes ölecek. Ben yarın, öbür gün ne bileyim şu kısa süre içersinde öleceğini bilsen ne yaparsın diye soruyorum. İdam mahkûmlarını düşün bir. Öleceklerini biliyorlar. Sence korkuyorlar mıdır? Pişman mıdırlar peki? Ya da nasıl hazırlıyorlar kendilerini ölüme? Korkuyorlarsa bununla nasıl baş edebiliyorlar?>>Said sigarasını söndürdü hafifçe doğruldu Aziz’in gözlerine bakarak konuşmaya başladı.<<Sen bu hastalık yüzünden ölmeyeceksin. İnan bana savaşacaksın savaşacağız ve birlikte bununda üstesinden gelebileceğiz.>>Said’in bu sözleri Aziz’i hiç etkilemedi. Ateş düştüğü yeri yakıyordu ve Said için böyle konuşmak kolaydı. Hasta olan o değildi can derdi yoktu onun diye geçirdi içinden Aziz ve sadece bir cümle dökülebildi dudaklarından.
<<Merak etme kardeşim bu hastalık yüzünden ölmeyeceğim.>>
Aziz tam söyleyeceğini söyleyip sigarasını söndürürken aniden ikisi birden irkilerek aynı yöne baktı. Çekyatlarının ayakucunda ayakta durmuş iki tane siyah takım elbiseli adam belirmişti. Başlarında kar maskesi vardı. Ceketlerinin üzerinde anlam veremedikleri bir sembol vardı. Uzun boylu olan konuşmaya başladı.<<İdam mahkûmları ölümden korkarlar. Kendilerini ne kadar hazırlamaya çalışsalarda korkularını yenemezler. Pişman olanı da gördüm olmayanını da. Ama en zoru beklemek oldu hepsi için.>>Adamın bu sözleri Aziz’i tatmin etmiş Said’i ise sinirlendirmişti ve bağıra bağıra konuşmaya başladı Said.<<Kimsiniz lan siz? Bu ne şekil? Nasıl geldiniz lan buraya?>>Aziz sinirlenmemiş hatta kim olduklarını merak bile etmişti. Söyleyecek sözleri olduğunu düşündü ve her ne olursa olsun dinlemeye hazırdı. Buna karşın Said her geçen saniye daha da öfkeleniyordu. Said’in bu sorusu üzerine uzun boylu olmayan adam konuşmaya başladı.<<Biz şeytanız. Biraz önce konuşan 1. şeytandı. Bana 2. şeytan diyebilirsiniz. Öyle özel bir ismimiz yok numaralarımız var.>>Said daha da sinirlenmiş sesi bir perde daha yükselmişti.<<Ne işiniz var lan burada? Ne istiyorsunuz lan bizden?>>1. şeytan<<Şeytan bir insandan ne isterse onu. Nefsinize yenilmenizi istiyoruz. Özgürlüğünüzü istiyoruz. Bunun karşılığında Azizi ölüme hazırlayacağız.>>Said Aziz’in güçlü olmadığını ve bu süslü anlatıma aldanacağından korktu ve bir çıkış yolu aramaya başladı. Şeytanlarla Aziz çoktan konuşmaya dalmışken ve yalanları çoktan Aziz’in tüm vücudunu kaplamışken Said masanın üzerinde dün geceden oynanmış okey takımını gördü. Bir çıkış yolu bulduğunu düşündü ve konuşmaya başladı.<<Size bir teklifim var. Gelin okey oynayalım eğer biz kazanırsak gidersiniz yok eğer siz kazanırsanız ikimizde size teslim olacağız. Kazanan takım diğer takımın kaderini belirleme gücüne de sahip olacak.>>Bu teklif şeytanların ilgisini çekmiş ve zekâlarına da güvenerek Said’in bu teklifini kabul etmişlerdi.

Masaya otururken 1. şeytan birkaç kural koymak istedi ve konuşmaya başladı.<<Oyunu biraz ehemmiyetli hale getirelim. Öncelikle ıstakadaki sayılar toplamı bundan sonra yaşayacağınız yıl olacak.>>Said bu kuralı düşünürken Aziz aniden kabul etti ve masaya oturdular. Said şeytanları masaya çekmeyi başarmıştı ama bu işin içinden nasıl çıkacağını bilmiyordu. Bu bir oyundu ve eli kötü gelebilirdi daha da korktuğu Aziz’i bu masada kaybedebilirdi. Said kara kara düşünürken Aziz dizilmiş taşları dağıtmak için zar atmış ve okeyi belirlemişti. Taşları dağıtırken konuşmaya başladı Aziz.<<Şimdi demin Said’e sorduğum soruyu tekrar soracağım. Herkes sırası gelince sorumu cevaplayacak. Yakında öleceğinizi bilseniz ne yapardınız?>>Said Aziz’in bu tavrından hoşlanmamış şeytanların teshiri altında kaldığını düşünmüştü. Tüm bunlara rağmen Aziz’in teklifini kabul eden ilk Said oldu. Oyunu başlatacak olan 2. şeytandı ve ilk cevabı da o verdi.<<Valla Aziz’im ben ölümsüzüm. Ama bir ölümlü yerine kendimi koyup cevap verirsem herhalde nefret ettiğim insanları öldürmeye başlardım. Ben ölürken o puştların yaşayacak olması beni çıldırtırdı.>>dedi ve Said’e bir taş attı. Sıra Said’e gelmişti. Said bir taşa baktı bir eline baktı ve ortadan bir taş çekti. Soruya cevap vermesi gerektiğini biliyordu, biraz düşündü ve cevap verdi.<<Ben tüm sevdiklerimi ve varsa beni sevenleri ölümüme hazırlamaya çalışırdım. Kendimi buna hazırlamaya çalışmaktan daha kolay olurdu elbette.>>dedi ve elindeki fazla taşı attı. Sıra 1. şeytana gelmişti. Hiç eline bakmadan Said’in attığı taşı aldı ve hızlıca cevap vermek için konuşmaya başladı.<<Hangi sebepten öleceğim önemli burada. Eğer Aziz’in durumundaysam hiç beklemez kendimi ölüme hazırlamaya kalkışmaz daha fazla acı çekmemek ve çektirmemek için kendi canımı kendim alırdım.>>1. şeytanın bu cevabı üzerine Said çok sinirlenmişti. Bizim oğlanı kandırmaya çalışıyor diye içinden geçirdi konuşmak istedi ama koyulan kuralları hatırlayıp susmak zorunda kaldı. Aziz ise bu cevaptan etkilenmişti.
Bir karar vermesi gerekiyordu şimdi. Eğer 1. şeytanın attığı taşı alırsa bu şeytanın etkisine gireceği anlamına geliyordu. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu ve bu kararsızlığı Said’i korkutuyordu. Aziz’in eli 1. şeytanın attığı taşa doğru giderken ani bir karar değişikliğiyle orta taşlara yöneldi ve bir taş çekip ıstakasına koydu ve elinde lüzumsuz taşı alıp 2. şeytana attı. Soru sorma sırası 2. şeytandaydı ve 2. şeytan konuşmaya başladı.<<Hayatınızda hiç hırsızlık yaptınız mı?>>               2.  şeytanın elindeki fazla taşı sertçe atmasıyla Said sıranın onda olduğunu hatırladı. Yerden bir taş çekti ve konuşmaya başladı.<<Hayatımda hiç hırsızlık yapmadım.>>diyerek kısa ve öz bir cevap verdi ve sertçe elindeki fazla taşı 1. şeytana attı. 1. şeytan da hızlıca yerden bir taş çekti ve konuşmaya başladı.<<Hangi birini anlatayım o kadar çok ki mesela geçenlerde… ohooo bu çok uzun siktir edin.>>dedi ve eline aldığı fazlayı Aziz’e attı. Aziz şeytanın attığı fazla taşı aldı ve cevap verme sırası onda olduğundan konuşmaya başladı.<<Ben bir kere hırsızlık yaptım gerçi o sayılır mı bilmiyorum ama ilkokuldaydım arkadaşımın çok güzel kokan bir kokulu silgisi vardı onu çalmıştım. Bebe baya ağlamıştı ders bitene kadar.>>dedi ve elindeki fazlayı 2. şeytana attı. 2. şeytan hiç konuşmadan yerden taş çekti ve o taşı Said’e attı. Said 2. şeytanın attığı taşı aldı ve sorusunu sordu.<<Ölümlümü olmak isterdiniz yoksa ölümsüz mü?>>1. şeytan bu soruyu bir an önce cevaplamak istedi ve hemen Said’in attığı taşı aldı.<<Ölümsüz olmak isterim tabiî ki. Ölüm soğuktur. Ölüm bu dünyada hazırlanılması imkânsız olan tek şeydir.>>dedi. Bu vermiş olduğu cevapla Aziz’i kandırmayı umuyordu. Bir süredir Aziz için Said’le savaş verdiğinin farkındaydı ve kendini galibiyete yakın hissetti. Mutlulukla tam fazla taşını yere atacaktı ki kapı aralandı ve eşikte 1,75 boylarında ince boyunlu kemer burunlu saçları beline kadar sırma sırma dökülen elleri küçücük gözleri dört defa lacivert bir afet-i devran görüldü. Bu gelen Ahsen’di.
Said Ahsen’e deliler gibi âşıktı ve de her ne hikmetse oda Said’e gönüllüydü. İçeriye girdiğinde Ahsen gördüğü manzara karşısında şaşkına döndü. Said ve Aziz karşılıklı masaya oturmuş bir başlarına okey oynuyorlardı. Üstelik diğer ıstakalarda da taşlar vardı. Bir an durup düşündü konuşmadan önce. Delirmiş bunlar diye içinden geçirip konuşmaya başladı.<<Günaydın beyler. Aşkım arıyorum arıyorum bir türlü ulaşamıyorum sana şu telefonuna bir bak artık. Korktum valla başınıza bir şey geldi diye gerçi korkmakta haklıymışım ne yapıyorsunuz öyle bir başınıza delirdiniz mi yoksa? Aziz sen nasıl oldun kuzum daha iyi misin?>>Ahsen’i daha fazla meraklandırmadan bir an önce göndermesi gerektiğini düşünen Said sevdiceğini kırmak istemezmişçesine konuşmaya başladı.<<Akşama Yasin’lerle bulaşığına okey oynayacağız. Bahadır Süha falanda gelecek. O yüzden şimdiden talim yapıyoruz aşkım. Senin sınavına yarım saat kalmadı mı? Bak yetişemeyeceksin yine git gir sınavına çıkışta gelirim ben okula bir şeyler yemeye çıkarız.>>Ahsen Said’in onu başından atmak istediği gerçeğini aklının ucundan geçirmedi bile her zaman düşünceli olduğundan Said’in art niyet taşıdığına ihtimal bile vermeden tamam deyip çıktı. 1. şeytan elindeki taşları saydı ve “NERDE KALMIŞTIK” diye soru sordu. Aziz cevap sırasının onda olduğunu söyledi ve konuşmaya başladı.<<Ben ölümlü olmak isterim. Sevdiğim değer verdiğim insanlar var ve onlar öldükten sonra ha yaşamışım ha yaşamamışım ne önemi var.>>Aziz’in bu cevabı üzerine 1. şeytanın paçaları tutuşmuştu. Savaşı kazanacağı yerde kaybetmek üzereydi. 2. şeytan adam gibi bir cevap vermezse Aziz’i hepten kaybedebilir hatta okey masasında bile yenilebilirlerdi. Aziz’in attığı taş yarıyordu ama elini bitirmiyordu. Yerden bir taş çekip bitebilirdi ve ortadaki taşa yöneldi taşı çekerken taşın yaramadığını gören 2. şeytan el çabukluğuyla Aziz’in attığı taşı almak isterken Said’e yakalandı. Said öfkeyle<<Bu ne biçim iş adam gibi oyun oynayın amk. Yok, sana cevap mevap hakkını kaybettin.>>dedi.
2. şeytanın bu salakça hareki zaten zayıflayan kazanma ihtimalini daha da zayıflatmıştı. 1. şeytan elindeki tüm kozu kullanmak istedi ve konuşmaya başladı.<<Bu sorumun cevabını sadece Aziz’in vermesini istiyorum. Bu konuda karar verecek olan tek kişi Aziz’dir. Eğer isterse sadece ona özel bir sorum var yok hayır istemezse normal bir sorum daha var.>>1. Şeytanın bu önerisi Said’i korkutmuş ama kurallara aykırı hareket etmemek için sessiz kalmıştı. Bir yandan Aziz’e güveniyor diğer yandan korkuyordu. Aziz başını ileri geri sallayarak öneriyi kabul etti ve merakla 1. şeytanın sorusunu bekledi. 1. şeytan yerden taşını çekti elini şöyle bir düzenledi fazla taşını sağ eline alıp konuşmaya başladı.<<Aziz’im eğer istersen bu hastalıktan ölmezsin. Şimdi yaşayıp kanserin ilerleyişini tüm ağrılarla tüm acılarla tecrübe etmek mi istiyorsun yoksa hemen şimdi burada ölmek mi?>>1. şeytan topu tüfeği tüm teçhizatıyla saldırmıştı. Aziz şöyle bir düşündü 1. şeytanın attığı taşa baktı ve sonra eline baktı. Bir an Said’le göz göze geldi ve 1. şeytanın attığı taşı aldı. Istakada birkaç değişiklik yaptı ve konuşmaya başladı.<<Bu kadar insan beni düşünürken onları yüzüstü bırakamam kabul etmiyorum teklifini. Bu arada biten takım diğer takımın kaderine hükmedecekti değil mi? Bittim ben!>>Aziz’in bitmesi Said’i çok mutlu etti. Hiç konuşmadı ama bakışlarından çok şey anlamak mümkündü. Aziz konuşmasına devam etti.<<Gelelim size SİZ ÖLÜMLÜ OLACAKSINIZ. Ama öncesinde bir isteğim daha var. Maskelerinizi çıkartın.>>1. şeytan eli mahkum yavaş yavaş maskeyi çıkardı ve Said hızlı hızlı nefes alarak ona baktı. Maskenin altındaki yüz Aziz’e aitti. 2. şeytanda çıkardı maskesine oda Saiddi…
  Milattan sonra bilmem kaçıncı yılın bir aralık sabahıydı. Dışarıda yağmur vardı. Yağmur damlaları camı dövüyor arabaların su birikintilerinden geçerken çıkardığı sesle muhteşem bir senfoni oluşturuyordu.


Aziz aniden ciğerleri ağzından çıkarcasına öksürmeye başladı. Uyanmıştı artık bir daha uyuyamayacağını düşündü ve sehpanın üzerinde duran paketten bir Sipahi çıkartıp yaktı. Biraz önce gördüğü rüyayı düşünüyordu boş boş evin salonundaki eşyalara bakarken.  
   





*SON*

                                  Bünyamin Bucuka      

YEDİNCİ MÜHÜR DEU SİNEMA TOPLULUĞU


İNTİHAR

1
  “Bir insanın bu dünyada yapabileceği en zor şey kendini öldürmesi olmalı. Yaşamdan zevk duysun duymasın, başına iyi şeyler gelsin gelmesin, yaşama isteği olsun olmasın kendi canına kıymak hiç ama hiç kolay değildir. Yaşamak acıda verse, yaşadığın süre boyunca büyük acılar çekecek olsan da ölüm her zaman soğuktur. Bir insanın kendi isteğiyle ölmesi imkânsızdır bu yüzden.”
  İşte tam da böyle düşünüyordum kibritimi ateşlerken. Uyanır uyanmaz sigara içmek hayatta aldığım en büyük zevklerden biriydi. Ölüm ve yaşam hakkında düşünürken ve sigaramı içerken birazdan başıma geleceklerden hiç ama hiç haberim yoktu. Sadece sigaramı içiyor odamın duvarlarında asılı olan resimlere boş boş bakıyordum.
  Yalnız yaşayan bir insanım ben. Bu dünyada kimsem kalmadı ya da ben öyle zannediyormuşum. Tam sigaramı söndürecektim ki birden odamın kapısı açıldı. Korkuyla yarı uzanır şekilde kapının oraya baktım ve o zaman en iyi dostumu kapının ağzında gördüm. Ancak öyle bir güçsüzlük hali gelmişti ki üstüme yataktan kalkamadım. İçeriye buyur ettim onu bunun üzerine yatağımın karşısındaki sandalyeye oturdu.
2
  Odadan içeriye ilk girdiğimde aklımdan geçen ilk şey odanın uzun süredir havalandırılmamış olmasıydı. Uzun yıllardır görüşmediğim dostumu gördüğümde o kadar mutlu olmuştum ki az daha buraya neden geldiğimi unutacaktım. Odası küçüktü yatağının karşısındaki sandalyeye oturdum. Bir süre ikimizde konuşmadık. Sanki beni gördüğü için mutlu olmamıştı beklide henüz beni bu kadar yıl sonra görmüş olmanın şaşkınlığını yaşıyordu. Daha fazla dayanamadı ve sormasını hiç istemediğim o soruyu sordu bana.

3
  Sandalyeye oturmuş donuk bir yüz ifadesiyle bana bakıyordu. Bir süre bakıştık birbirimize. Gelmiş olmasından dolayı mutlu değildim ama eminimki şaşırmış olduğumu düşünüyordu oysaki şaşırmamıştım. Bu kadar sene geçtikten sonra neden buraya geldiğini merak ediyordum. Sessizliği bozmak bana düştü ve burada ne işi olduğunu sordum. Aniden pişkin pişkin beni özlediğini söyledi. Yıllar önce ondan kurtulmak için ne kadar acı çektiğim aklıma geldi. Onu kovmak istedim ama bir yandan da özlemiştim onu ve ne söylemek istediğini merak ediyordum. Söyleyecek sözü olmasa gelmezdi de bunu da biliyordum. İşte sinirimi bozan durum da buydu. Tekrar burada ne işi olduğunu sordum ve bu seferlik onu dinleyeceğimi söyledim. Onu dinlemeye hazırdım ve konuşmaya başladı.<Neden hala insanlara güveniyorsun? Onlara neden hala saygı duyuyorsun? Hatta insanları neden hala seviyorsun? Şu haline baksana bir acınacak haldesin yıllar boyu insanlar sana ihanet etti hepsi seni arkandan vurdu. Hiçbiri sevmedi seni oysa sen hala insanları seviyorsun hala içinde umut var her şey için umut var. Ne kadar zavallısın.>  <Umut ne güzel bir kelime bir insan umut etmekten vazgeçerse elinde başka neyi kalır? Söylesene, baksana bir hayatıma başka neyim kaldı ki? Sen rahatsın tabi dilediğin zaman karşıma geçip nasihatten başka bir şey bilmiyorsun oysaki gerçek hayatta yaşayan benim sen yaşamıyorsun bile. Ne gördün ki ne yaşadın ki beni böyle sorguluyorsun. Bence zavallı olan sensin> diye karşılık verdim hüzün ve sinirle. Ondan cevap bekliyordum biraz suskun kaldı ve konuşmaya başladı.


<Rahatım! Ben mi rahatım bir hayatımı gözden geçir istersen yıllarca senle savaştım ben hep beni öldürmek istedin hep yok etmek istedin beni yıllarca sonunda ne oldu yine bana muhtaçsın. Hep muhtaçtın bana. Ben olmazsam ne yapardın? Ben olmadığımda ne yaptın? Bir bakıyorum da hayatına bir bok olmamışsın bir sikim yapmamışsın.> Bir süre duraksadı ve devam etti.<Ulan yıllarca tutturdun ammına koyayım bir “kara gözlüm” diye. O ne yaptı sana? Umurun damıydın o orospunun? Hiç umursamadı bile seni zamanı gelince kullandı kimi zaman aramadı, sormadı bile hiç ve sonunda tekmeyi bastı. O bunu yaparken sen ne yaptın hiçbir şey sadece ağladın.> Söyledikleri o kadar ağır geldi ki bir an haklı olduğunu unutup sadece ağlamak geldi içimden. Konuşamadım o da bunun farkındaydı. Hayatımın en zor anıydı ve daha da konuşacağından korkuyordum ve korktuğum başıma geldi.<Hadi onu geçtim ulan bu hayatta yapmak istediğin hiçbir şey yok. Neden okul okuyorsun bu hayatta bir amacın var mı? Yarın ne bok olacağım diye düşündün mü düşündüysen o gerçekleşince mutlu olacağından emin misin?> Böyle konuşması kızdırmıştı beni. Cevap verme isteğiyle dolup taşmıştım aniden söze atıldım.<Eminim tabi. İnsanlara yardım etmek mutlu edecektir beni. Sen anlamazsın ama her zaman bencildin.> Beni dinlerken her zaman sakindi ama son söylediğim sözler sinirlendirmişti onu ve öfkeyle konuşmaya başladı.<Lan dalyarak ne zaman bencilliğimi gördün? Bizim için çabalıyorum lan ben. Adam olalım diye, mutlu olalım diye didinip duruyorum. Bunun uğruna seninle bile mücadele ediyorum.> Küfürlü konuştuğu için özür dilemesini beklemiştim ama dilemedi. Sanırım gerçekten sinirlenmişti ama bende sinirliydim. Sakin olmam gerekiyordu gözlerinin içine baktım ve <Sen bizim için değil kendin için çabaladın hep. Öyle olmadığını söyleyip durdun ama öyleydi işte. Hep kendini düşündün Hep senin istediğin olsun istedin.> dedim.
<Sen kelimesini kullanıyorsun ya hala neden böyle yapıyorsun anlamıyorum? Benden gerçekten de bu kadar mı nefret ediyorsun?> Biraz geçmişi düşündüm ve ona cevap vermek istedim ancak beni susturdu ve konuşmaya devam etti.<Benimle mücadele edebilmek için saatlerce o psikiyatrlara katlandın, ilaçlar kullandın hem bedenine hem ruhuna işkence etmekten başka ne oldu? Bu işkenceye bir son vermeliyim, bu acıya bir son vermeliyim.>Sözlerini bitirirken silahını çıkartıp masaya koydu sigarasını yaktı ve içmeye başladı. Kalktı kitaplıktaki kitapları aldı yatağa dökmeye başladı. Silahını çekti üzerine bir çeki düzen verdi ve silahı şakağıma dayadı elveda dedi o an neden geldiğini anladım. O kısa süre sanki bin yıl gibiydi. Tam tetiği çekecekti ki konuşmaya başladım.<Dur yapma son bir şans ver bana. Gel satranç oynayalım eğer sen kazanırsan o silahı sok beline arkanı dön ve git yok eğer ben kazanırsam bir an bile durma çek tetiği.> Bu teklifim üzerine şöyle bir düşünüp teklifimi kabul etti ve taşları dizmeye başladık. Piyonumu öne çıkararak oyunu başlattım ve o atıyla ilk hamlesini yaptı. Bir diğer piyonumu öne sürdüm oda benzer bir hamle yaparak piyonunu öne sürdü bir müddet oyun devam etti ve sonunda onu mat ettim. Mat demeden silahı eline aldı. Elveda dedi. Seni seviyorum dedim. Hayır dedi sen her zaman kendinden nefret ettin.  
4
  Tetiği çektim ve şöyle bir baktım kendime. Sigaramı yaktım sanki her nefeste kayboluyordum. Kapıdan çıktım ve gittim. Son kez baktığımda silah elimde öylece yatıyordum yatakta hiç okumadığım kitaplar arasında…


*SON*

                          Bünyamin Bucuka

DEĞİŞİM

BÖLÜM 1
Uyanış

Hayat anlamsız ve tekdüzeyken deniz bu yalnızlık evreninde tek başına tüm zorluklara göğüs germeğe çalışıyordu.11 Kasım 2011 günü sabahı tüm hayatının değişeceğini bilmeden. Radyoda ismi unutulmuş bir şarkıcının ismi unutulmuş bir şarkısı. Yağmur ağır ağır camı döverken oda sıcaklığından biraz daha sıcak bir oda ve ocağın üstünde öten çaydanlık. Uyanmak ve ölmek için güzel bir sabah. Acının doruklarında yalnızlığın hüznünde ve terk edilmişliğin kederinde umursamaz bir hayat son bulmak üzereyken ağlamak haramdır şişmiş ve morarmış gözlere. Yalnızlığın hüznünde üç gün sonra şişecek ve kokacak bir ceset henüz canlıyken boş boş tavana bakacak göz bebekleri milim hareket etmeyecek bir çift göz henüz görürken henüz duyarken en acı çığlıkları ve en sessiz acıları kulaklar son kez sigara koyulur bir dudağın arasına. Son kez sevilmeye çalışılır tüm acılarıyla ve tüm hileleriyle dünya. Tüm korkuları sollar bir elinde sigara ve diğer elinde tabanca varken ölüm korkusu. Bilinmezliğin merakı da cabasıymış gibi derin ve sürekli nefes almaya başlar insan. Tüm hilelerden kurtulacak olan insan. Son bir nefes alınır sigara söndürülür. Derin bir nefes alınıp yaşanılanlar bir düşünülünce daha fazla olayı dramatize etmek istemeyen insan aniden basar tetiğe ve tüm hikâye asıl şimdi başlar. Saatler 11.11 i göstermektedir.



BÖLÜM 2
O kız
Sıcak bir nisan sabahı. Hayatı hayata dönmüşçesine yaşamanın mağrurluğu üzerinde giyilir elbiseler. Çay ocağın üzerine koyulur. Duşa girilir büzülmüş dudaklarda ıslıkla. Ocağın üzerinde öten çaydanlıkla ıslık adeta senfoni oluşturur ve en güzel vals müziği o anda kötü gelir insanın kulağına. Şevkle alınan duşun üzerine yapılan iyi bir kahvaltı, bardaktaki yarım bardak çayın üzerine yakılacak sigaranın zevkin habercisidir. Son hazırlıkların ardından ayakkabı bağcıklarının bağlanmasıyla başlar serüven. Cıvıl cıvıl bir sabah dışarıda yürürken güneş cam kristaller arasından süzülmüş gibidir adeta. Önceki geceden yağmış olan yağmurdan ıslanmış yollar güneş ışıklarını semaya yansıtırken ıslanmış toprak kokusu dolar ciğerlere. Huzur veren sessizliği kuşlar bozar inadına ötüşleriyle. İnsanlık tarihinin tüm zulümlerini tüm acılarını tüm savaşlarını hiçe sayarak mutlu olmaya çalışırcasına inadına yaşama azmi kazandıran bu sabah tüm gizemi ve bilinmezliğiyle yeni sürprizlere gebe olduğunu hissettirir yaşamın tüm gizemini çözme azmi ile dolu olan insana. Otobüs her zamanki gibi kalabalık olsa da yinede olumlu düşüncelerini olumsuza çeviremezdi nazımın. Fotoğraf makinesini hazırlayıp kordonda fotoğraf çekmeye başlayan nazımın objektifine takılan bir kare onu inanılmaz bir aşkın pençesine sürükler. Böyle bir bakışa böyle bir duruşa daha önce şahit olmayan nazımın bir anda tüm hücreleri aynı hedefe kitlenir. Gün boyu o kızı takip eden nazım çektiği fotoğrafların negatiflerini fotoğrafçıya götürür. Fotoğrafçı uzun süredir tanıdığı iyi bir insandı. Negatifleri bıraktı evine gitti. Ancak sabah gelen telefon nazımı çok büyük bir dehşete düşürdü çünkü gelen telefon tüm fotoğrafların boş olduğunu söylüyordu.”O kız” aslında yoktur.




BÖLÜM 3
Koruyucu Melek
Soğuk bir kasım akşamı. Yağmur yağarken sağdan soldan topladığı 3-5 kuruşluk parayla pecmurde acınılacak halde olan yaşlı bir şarapçı ağır aksak topallayarak bir çorbacıya oturur. Cebinden çıkardığı bozuk paraları masanın üstüne koyar ve mercimek çorbası ister. Çorbası gelince yanına ekmek ister ve ekmeği çorbaya daldırarak görgü kurallarına aykırı bir biçimde çorbalı ekmeğini yemeğe başlar. Ekmeği çorbaya daldırıp ağzında öğütürken ağzının kenarından akan çorbayı kaşıkla toplayarak içer. Ve saat akşam 22.22 olduğu anda denizle karşılaşır. Deniz evine gitmektedir ve evinin yolu oradan geçmektedir. Bir an göz göze gelirler ve deniz hızlı hızlı yürüyerek evine gider. Gece yarısından sonra takvimler 11 Kasımı göstermektedir. Şarapçı çorbasını bitirdikten sonra uyuyacak bir bank bulmak için parka gider ve karnını doyurmuş olmanın mutluluğuyla bir banka kıvrılıverir ve uykuya dalar. Sabah olur fakat hala şarapçı uyanmamıştır. Aniden uyanır ve denizin evine doğru koşmaya başlar öyle hızlı koşar ki sokaktaki insanlar bu duruma şaşar kalırlar. Denizin evine geldiğinde denizi yatakta kanlar içinde bulur elinde bir tabanca vardır ve yüzü tanınmayacak hale gelmiştir. Denizin yatağına çıkar, başka insanların anlam veremeyeceği fakat onun ve diğer koruyucu meleklerin nezdinde çok anlamlı olan bir dizi uğraşıya girişir ve bir süre sonra aşırı yorulmuş ve yıpranmış bir şekilde yataktan iner ve hızla evi terk eder. Yatakta ise artık deniz değil koruyucu melek tarafından dönüştürülen nazım yatıyordur ve nefes alıyordur. Nazımın hayat sevgisi hayata tekrar dönmesinden kaynaklanıyordur. Ve tabi şizofren olmasıda.

*SON*

                                              Bünyamin Bucuka