21 Aralık 2014 Pazar
8 Kasım 2014 Cumartesi
Bit Yeniği/A1,A3
Kurşun renginde bir deniz
Metalik sesler çıkartan martılar
Hafiften çiseleyen yağmur
Birde hasretinle harmanlanan
Yüreğimi parçalayan şarkılar
Biliyorum yan yana gelmemiz biraz zor
Seninle yağmur ve güneş gibiyiz
Sen güneşsin gönlümü aydınlatan
Bense bereketim toprağa
Yokluğunda ağlayan
Ama nadiren de olsa
Yan yana gelsek yani
Dünyanın en güzel renkleri
Çıkar ortaya
Bünyamin Bucuka
Metalik sesler çıkartan martılar
Hafiften çiseleyen yağmur
Birde hasretinle harmanlanan
Yüreğimi parçalayan şarkılar
Biliyorum yan yana gelmemiz biraz zor
Seninle yağmur ve güneş gibiyiz
Sen güneşsin gönlümü aydınlatan
Bense bereketim toprağa
Yokluğunda ağlayan
Ama nadiren de olsa
Yan yana gelsek yani
Dünyanın en güzel renkleri
Çıkar ortaya
Bünyamin Bucuka
5 Kasım 2014 Çarşamba
9 Ağustos 2014 Cumartesi
Kelle Paça
Sigaramı
yakıpta telefondan saate bakıp öğlen üç olduğunu gördüğümde henüz yeni uyanmıştım.
Yatağımda oturuyor bu güzel tatil gününün bana verdiği mutlulukla sigaramı içiyordum.
Çalışmayı, hareketi pek sevdiğim söylenemezdi derdim gücüm yatmak, uyumak,
uzanmak kısacası hareket etmekten kaçınmaktı. Yemeği de çok sevdiğimden yıllar
yılı vücudum gitgide büyümüş yağ biriktirmiş ve halk arasında şişko bilimsel
dille de obez olup çıkmıştım. Hayattan fazla beklentisi olan bir insan
olmamışımdır hiçbir zaman. Karnım doysun uzanacak yerim olsun yeterdi benim
için. Şükür hayatta beni çok zorlamadı açıkçası karnımın doyuracak ve yatacak
yer bulmama yarayacak bir gelirim olmuştur her zaman. Yataktan kalkıpta kahvaltıda
ne yiyeceğime karar vermek için buzdolabının kapağını açtığımda çoktan sigaramı
söndürmüş çayın altını yakmıştım. Yemek yemeyi sevmeme rağmen yemeği hazırlamak
her zaman zor gelmiştir bana. Kaşar peynirini, sucuğu ve tost ekmeklerini
çıkarıp mutfak tezgâhına koydum. Kaşar peynirini ve sucuğu dilimledikten sonra
ekmeğin arasına koyup tost makinesine bastım. Kaşar iyice eriyip tostum hazır
olunca kaynayan çayında altını kapatıp tepsinin üstüne tostumu, çaydanlığı,
bardağı ve şekeri sığdırıp salona geçtim. Televizyonun tam karşısındaki
koltuğun önündeki sehpaya tepsiyi koydum, yandaki koltuktan televizyonun
kumandasını alıp televizyonu açtıktan sonra da büyük bir iştahla tostumu yemeye
başladım. Eriyen kaşar ağzımla tostun arasında uzadıkça uzuyor sucuğun tadı
damağımda adeta bir bayram bir düğün havası estiriyordu. Peşine yuvarladığım
çay lokmamı yumuşatıyor sucuğun ekşi, baharatlı tadıyla karışan şeker o anda
hazzı zirvelere taşıyordu. Lokmalarımı büyük büyük ısırıyor ağzımın her
milimetre karesini her hücresini bu muhteşemlikle şenlendiriyordum. Bu
sebeptendir ki tostumun bitmesi çok sürmedi. Çayımı tazeleyip yatak odasına
geri döndüm sigaramı yaktım paketi ve kibriti cebime koyup salona geri döndüm
sigaramı çayla yuvarlayıp kahvaltıdan aldığım hazzı arşa dayandırdıktan sonra tepsiyi
alıp mutfağa götürdüm, buzdolabından meyveli soda aldıktan sonra salona gelip
televizyonun karşısına kuruldum. Yapılması gereken hiçbir işim yoktu. Bütün
günümü televizyonun karşısında aylaklık etmeye ayırmıştım. Sigaramın bitmesi
ihtimaline karşı eve gelirken dün akşam dışarı çıkıp sigara almamak için üç
paket sigara almıştım. Yapacağım en uzun süreli hareketler kombinasyonu kalkmak
ceketimin cebinden sigaramı almak ve tekrar tahtıma kurulmak olacaktı. Bir gezi
kanalını açtım ve en güzel İtalyan yemeklerinin konu edildiği en sevdiğim
televizyon programlarından birini izlemeye başladım. Bir-iki saati böyle “yedikten”
sonra yerli bir programda Kilis’i ziyaret eden bir televizyoncunun programında
Kilis’in lezzetlerini tanımaya başladım. Kilis Tava’nın tam damağıma uygun bir
yemek olacağını düşünürken yavaştan acıktığımı hissettim. Bu güzel günü
taçlandırmanın tek yolunun muhteşem bir akşam yemeği olduğunu daha uyanır
uyanmaz sigaramı yaktığımda düşünmüştüm ve akşam yemeği saati gitgide yaklaşıyordu.
Akşam yemeği için ne yiyeceğimi düşünürken kalktım ceketimin cebinden sigaramı
aldım ancak henüz daha ne yiyeceğime karar verememiştim. Kafamın içinde pizza, adana,
kanat, İskender, kelimeleri uçuşurken sigaramı bitirip yatak odasına gittim.
Masanın üzerinde duran bilgisayarımı alıp farklı alternatifleri değerlendirmek
üzere salona geri döndüm. Bu sefer kanepeye uzanıp o site senin bu site benim
dolanırken internette hala bir karar verebilmiş değildim. Kuzu etini, hamur işini,
kebabı, köfteyi kısaca ot olmayan her şeyi beğeniyordum. Akşam yemeği menüm
gitgide kafamda netleşirken saatin yediyi geçtiğini fark etmiştim. Her zaman
arayıp yemek sipariş ettiğim lokantayı arayıp kelle paça, fazladan pilav, güveç,
bir buçuk adana ve tatlı olarak da künefeyi 1309 sokak Eylül apartmanı 13
numaraya getirmelerini istedim. Ağzıma layık bir menü oluşturduğum için
sevinçten uçarken aniden içecek söylemeyi unuttuğumu fark ettim ve lokantayı
hemen arayıp litrelik kola ve şeftalili soğuk çayımı da siparişime dâhil edip
muhteşem hazinenin gelmesini beklemeye başladım. Akşam yemeğimi getiren oğlanın
lokantayı son aramamın üzerinden yarı saat kırk beş dakika sonra zilimi
çalmasıyla heyecanım tavan yapmıştı. Motorlu oğlan gelesiye kadar koltuğumun
önündeki sehpayı hazırlamış dört tane sigarayı da kültablasında boğmuştum.
Oğlana parayı verip yemeğimi aldıktan sonra hemen sehpanın üzerine akşam
yemeğimi dizmiş, kelle paçama sarımsak sosunu eklemiş kaşığımın içine
tanelerini de doldurarak ekmekle mideye yuvarlamaya başlamıştım. Kelle paça
bittiğinde ekmeğimi güvece bandırıp kaşığımı pilavla doldurup kola eşliğinde
gömerken patlıcanın, etin, pirincin ve kolanın tadını ayrı ayrı alabiliyor
hazzımı arşında ötesine taşıyabiliyordum. Güvecin ve pilavın üstüne lavaş
ekmeğe dürülen adana akşam yemeğimi muhteşem kılıyordu. Tüm bu harikaların
üzerine yenilen künefe kusursuz bir akşam yemeğini tamamlıyordu. Künefeden
aldığım son lokmayla birlikte her şeyi silmiş süpürmüş, bardağıma şeftalili
soğuk çayımı doldurmuş sigaramı yakmış ve kanepeye uzanmıştım. Yemek yemek
kadar yemeğin üstüne yaktığım sigaradan da muazzam bir zevk alıyordum. Sigaramı
kültablasında boğup şeftalili soğuk çayımı fondipledikten sonra televizyonda o
kanal senin bu kanal benim dolanmaya başladım. İki-üç saati de böyle “yedikten”
sonra bilgisayarımda video oyunu oynamaya başladım. Bir buçuk-iki saat geçmişti
ki karışık sandviç saatinin geldiğini fark ettim. Köşem büfeyi arayıp
sandviçimi gömdükten sonra artık uyku vaktim gelmişti. Yarın uyandığımda işe
gitmeden ıspanaklı ve kıymalı börekle günümü şenlendireceğime kendi kendime söz
verdim. Günün son işi olarak şakiri tokatlama seansı ardından uykuya daldım.
*SON*
Bünyamin Bucuka
20 Temmuz 2014 Pazar
Yüz Yüze
Uğur Genç
Bünyamin Bucuka
Ebru Yargıcı
Müzik:Arcangelo Corelli "La Follia"
Kurgu:Ömer Genç
Görüntü Yönetmeni:Murat Başaran
Yardımcı Yönetmen:Uğur Genç
Yazan/Yöneten:Bünyamin Bucuka
Ersen Özcan,Yasin Öztürk,Volkan Hüner,Orçun Begde,İbrahim Yağcı,Enes Buyuran ve Emre Konce'ye sonsuz teşekkürler...
5 Temmuz 2014 Cumartesi
YERÇEKİMLİ KARANFİL
Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde
Oysaki seninle güzel olmak var
Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi
Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda
Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor.
Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele.
Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle
Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil
Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk
Birleşiyoruz sessizce.
Canım İstanbul
Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar. İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim; O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim. Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur; Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur. Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale, Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale. İstanbul benim canım; Vatanım da vatanım... İstanbul, İstanbul... Tarihin gözleri var, surlarda delik delik; Servi, endamlı servi, ahirete perdelik... Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at; Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat... Şahadet parmağıdır göğe doğru minare; Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare? .. Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet; Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet... O manayı bul da bul! İlle İstanbul'da bul! İstanbul, İstanbul... Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği; Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği. Oynak sular yalının alt katına misafir; Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir. Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar, Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar... Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi? Cumbalı odalarda inletir ' Katibim'i... Kadını keskin bıçak, Taze kan gibi sıcak. İstanbul, İstanbul... Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler! Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler... Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu, Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu. Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından. Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar; Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar... Gecesi sünbül kokan Türkçesi bülbül kokan, İstanbul, İstanbul... |
Necip Fazıl Kısakürek
|
10 Haziran 2014 Salı
İYİMSER BİR GÜL
Uyandım, seni düşündüm
Birdenbire duvar
Birdenbire gece yarısı
Sonra devriye parolası
Ve rüzgar
Ve birdenbire kalp ağrısı...
Uyandım, seni düşündüm
Ey yar
Ey göğsümün sol yarısı!
Su bulanınca
Meydanlarda sesin yırtılınca
Hiç dostun kalmayınca
Sarsılmış bir ömrün
Basamaklarında
Görüşüme gel ne olur
İyimser bir gül olsun
Dudaklarında...
Dert etme, iyiyim ben
Ara sıra mahşer
Ara sıra yaşama hırsı...
Sonra mazgal altı zulası
Ve mektuplar
Ve ara sıra hasret belası...
Dert etme, iyiyim ben
Ey yar
Ey hüznümün tütün sarısı...
Kan bulaşınca
Yangınlarda yüzün harlaşınca
Saçların tutuşunca
Zorlanmış bir hükmün
Tutanaklarından
Görüşüme gel ne olur
İyimser bir gül açsın
Yanaklarımda...
Yusuf HAYALOĞLU
4 Haziran 2014 Çarşamba
AH
yüzünün yarısı göz kadife yansımalı
bulutlu siyah ah bulutları eflatun
o boy aynasından çıktı fransızın malı
vişne asidi vardı tadında rujunun
ah sinema yıldızı filan olmalı
ağızlığı kristal son derece uzun
bir kibrit çakıldı mı ah yağmurluklu kız
alevinden anlamlı dumanlar üfürüyor
ah çocuk yüzünde gül goncası ağız
saçlarından incecik su tozu dökülüyor
sığınak gibi derin ağaçlar gibi yalnız
karartma başlamış ışıklar örtülüyor
ellerinde ruh gibi ah portakal kokusu
kırkmaları morsalkım göz kapakları saydam
çok vapurun battığı bir liman orospusu
bir hırsla öptüm ki ah ölürüm unutamam
ay ışığında deniz akordeon solosu
pırıl pırıl yaşadım üç dakika tastamam
görkemli çadırında italyan lunaparkın
sanki zeytin düşürür yerlere gözlerini
ah tahtına kurulmuş bol sakallı bir kadın
sutyenler tutmuyor çılgın göğüslerini
kaşları ip incesi kumral kirpikleri kalın
kim görse şaşırır sakalının süslerini
tavana asılmış sosyalist saçlarından
ah sabah sabah omuzları kan içinde
işkence sonrası genç bir kadın militan
yığınlar uğulduyor hummalı gençliğinde
adı bile çıkmamış dudaklarından
doğru yaşadığının sımsıkı bilincinde ...
Attila İlhan
bulutlu siyah ah bulutları eflatun
o boy aynasından çıktı fransızın malı
vişne asidi vardı tadında rujunun
ah sinema yıldızı filan olmalı
ağızlığı kristal son derece uzun
bir kibrit çakıldı mı ah yağmurluklu kız
alevinden anlamlı dumanlar üfürüyor
ah çocuk yüzünde gül goncası ağız
saçlarından incecik su tozu dökülüyor
sığınak gibi derin ağaçlar gibi yalnız
karartma başlamış ışıklar örtülüyor
ellerinde ruh gibi ah portakal kokusu
kırkmaları morsalkım göz kapakları saydam
çok vapurun battığı bir liman orospusu
bir hırsla öptüm ki ah ölürüm unutamam
ay ışığında deniz akordeon solosu
pırıl pırıl yaşadım üç dakika tastamam
görkemli çadırında italyan lunaparkın
sanki zeytin düşürür yerlere gözlerini
ah tahtına kurulmuş bol sakallı bir kadın
sutyenler tutmuyor çılgın göğüslerini
kaşları ip incesi kumral kirpikleri kalın
kim görse şaşırır sakalının süslerini
tavana asılmış sosyalist saçlarından
ah sabah sabah omuzları kan içinde
işkence sonrası genç bir kadın militan
yığınlar uğulduyor hummalı gençliğinde
adı bile çıkmamış dudaklarından
doğru yaşadığının sımsıkı bilincinde ...
Attila İlhan
20 Mart 2014 Perşembe
21 Şubat 2014 Cuma
YARIÇIPLAK
Soğuk bir
ocak akşamıydı. Yağmur yeni dinmiş sahneyi donduran ayaza bırakmıştı. Islak
yoldan geçen arabaların sesi binaların duvarlarına çarpıyor bununla da
yetinmeyip kaldırımdaki insanların kulak zarlarını delip geçiyordu. Cadde
kalabalık sayılmazdı. Barlardan çıkan iki üç genç, el ele tutuşmuş bir çift,
köşe başında duran bir arabanın içindeki erkeklerle konuşan yarıçıplak bir
kadın ve sakin sakin kaldırımda yürüyen Ömer dışında kimse yoktu caddede.
Herkes ayazdan ve öncesinde sahne alan yağmurdan korunmak için sıcak bir yere sığınmıştı.
Ömer paltosunun yakalarını kaldırırken bu kadın nasıl dayanıyor bu ayaza diye
geçirdi içinden. Kadının ve arabanın olduğu köşe başına doğru ilerlerken
arabanın kapısı açıldı ve kadın arabaya bindikten sonra araba ani bir kalkışla
hızla oradan uzaklaştı. Köşeyi döndükten sonra eli paltosunun iç cebine giden
Ömer bir sigara çıkartıp yaktı. Kalın paltosuna rağmen ayaz Ömer’in ince uzun bedenine
işliyor bağrından giren soğuk hava çenesinin titremesine sebep oluyordu. İyice
tenhalaşan sokakta sigarasını içiyor, sakin ve yavaş bir biçimde yürüyordu.
Tekerleklerin ıslak yolda çıkardığı ses yavaş yavaş artıyor Ömer’in yanından
geçerken zirveye ulaşıyor ve sonra seste arabayla birlikte uzaklaşıp kayboluyordu.
Ömer sigarasını atalı çok olmamışken adımlarını sıklaştırıp hızlanmaya başladı.
Soğuk bedenine iyice işlediğinden üşüyordu ama hızlanmasının sebebi bu değildi
eve yetişme isteğiydi hızlanmasının sebebi. Adımları uzaktan ona doğru yaklaşan
arabanın çıkardığı ses gibi giderek hızlanıyordu. Zirve noktasına ulaşınca bir
an düşündü Ömer. Ne artık gidebileceği sıcak ve mutlu bir ev ne de o evin
içinde onu bekleyen güzel bir kadın ve çocuklar vardı. Cebinden tekrar bir
sigara çıkardı sigarasını yakarken tıpkı yanından geçen arabanın sesi gibi
adımları da yavaşladı. Sigaradan aldığı her nefesten keyif almaya çalışıyor
acısını, hüznünü, kinini ve pişmanlığını sigara dumanıyla birlikte üflemek istiyordu.
Caddede
artık kimse kalmamıştı. Kimse yani hiç kimse. Ne hafif çakırkeyif gençler ne el
ele tutuşup hatta birbirine sıkı sıkı sokulmuş yürüyen çiftler ne köşe
başlarında erkeklerini bekleyen yarıçıplak kadınlar. O kadar ki başıboş dolaşan
uyuz itler bile bir köşeye kıvrılmış ayazdan korunmaya çalışıyordu. Ömer bir
başına kaldırımda yürüyor tüm duygularını sigara dumanıyla harmanlayıp
üflüyordu. Caddeden çıkıp bir ara sokağa saptı ve az ilerde ışıkları yanan
kahveye girdi. Tavanı basık zayıf beyaz ışıkla aydınlatılmaya çalışan duman
altı olmuş kahvede boş bir masaya oturup çay istedi. Okey taşları, tavla
pulları ve zarları, beyaz camdaki reklamlar, kalabalığın sesi birbirine
karışıyor çay kaşıklarının sesini bastırıyordu. Beyaz camda reklamların
ardından başlayan programda güzel kadınlar yakışıklı kocaları diğer yakışıklı
erkeklerle aldatıyor yakışıklı erkekler de altta kalmamak için güzel kadınları
başka güzel kadınlarla aldatıyordu. Bu olayı da düzgün fizikli bir yarıçıplak kadın
gerzekçe bir sırıtışla izleyicilerine sunuyordu. Bu haberi izleyen Ömer de bir
zamanlar onu seven güzel karısını düşünüyordu. Bir başka kanalda ise dolgun
kalçalı ve iri göğüslü bir kadın baştan çıkarıcı bir dans ederek şarkı
söylüyordu. Paltosunun iç cebinden sigara paketini çıkartıp masaya koydu
içinden bir tane sigara alıp yaktı ve iri göğüsle dolgun kalçayı izleyerek
sigarasını ve çayını içti. Çayı bittiğinde dolgun kalçalı ve iri göğüslü kadın
çoktan şarkısını bitirmiş onun yerini sesinden kim olduğu belli olmayan “bize
gelcenmi kız börek açcanmı kız” diye saçma sapan bağıran ve muhtemelen deminki
yarıçıplak kadını şu anda bağırtmaya çalışan ama başarılı olamayan oynak bir
oğlan almıştı. Ömer bir çay daha istedi ve çayını getiren kahveciye iki çay
parası verirken bu civarda kalabileceği bir pansiyon olup olmadığını sordu.
Çayını bitirdikten sonra kahvecinin tarif ettiği pansiyona gitmek için
ayaklandı. Dışarı çıktığında yağmur hafifçe çiseliyor ayazla düet yapıyordu.
Pansiyona doğru yürürken Ömer bu günün aslında diğer günlerden farkı olmadığını
düşünüyordu.
Tam köşeyi
dönüp tekrar caddeye çıkacaktı ki karşısına yirmi-yirmi beş yaşlarında esmer
1,80-1,85 boylarında 60-65 kilo iri göğüslü ve dolgun kalçalı bir yarıçıplak çıktı.
Yarıçıplak davetkar bir tavırla içinde yakışıklım geçen bir kelime de
kullanarak Ömer’e merhaba dedi ve nasıl olduğunu sordu. Ömer bu yarıçıplak
tanrıçayı baştan aşağı süzdü ve aklına kahvede izlediği şarkıcı geldi. Davetkar
yarıçıplak tanrıçaya cevap vermeyen Ömer sadece bu ayazda üşüyüp üşümediğini
sordu. Bütün gece bu güzel yarıçıplak tanrıçaya söylediği tek şey bu olacaktı.
Esmer tanrıça ise çok üşüdüğünü söyledi ve Ömer’den onu ısıtmasını daha da
davetkar bir biçimde istedi. Ömer kafasını öne arkaya doğru salladı elini
cebine attı ve bir miktar para çıkartıp yarıçıplak esmere uzattı. Yarıçıplak
esmer tanrıça paranın tümünü aldı saydı ve bir kısmını Ömer’e geri uzattı.
Ömer’in koluna girdi ve pansiyona doğru yürümeye başladılar…
*SON*
Bünyamin Bucuka
SEVİYORSAN GİT KONUŞ
1
Günlerden perşembeydi aslında çarşamba veya salı
olsa da bir şey değişmezdi. Her gün hatta her an birbirinin kopyasıydı Axel için.
Yaşamayı çok sevmesine rağmen yaşlanmak istemiyordu ama gençliğin verdiği
toyluğuda aşmak istiyordu. Bir balık olmak istiyordu çünkü hiçbir şey
bilmediğinin farkındaydı ve bu onu oldukça öfkelendiriyordu. Günlerden
perşembeydi ve saat sabahın on ikisiydi. Axel aniden yatağından sıçradı, sanki
bir yerlere geç kalmış gibiydi ancak ne onu bekleyen birisi ne de geç kalacağı
bir işi vardı. Yalnızdı anlaşılan Axel. Akın akın kalabalıklar içindeki
balıklar gibi yalnızdı. Geçimini çeviriler yaparak sağlıyordu. Bazen de
dergilere şiir ve öyküler yolluyordu. Ama çoğu kez yollananlar ya fazla politik
bulunduğu için ya da çok yavan olduğu için yayınlanmıyordu. Buna rağmen yalnız
bir erkek, yazamayan bir yazar ve her şeyi bilmeyen bir balık olmak üzmüyordu
Axel’i çünkü bir gözünün diğer tarafa geçeceğine inanıyordu. Hala yaşamasını ve
acı çekmeye dayanmasını sağlayan işte bu inançtı. Günlerden perşembe ve saat
sabahın on ikisiydi, yatağından aniden kalkan Axel bir an durup düşünmeye başladı.
Eli hemen başucunda duran sigaraya gitti. Üzerinde kırmızı elma olan sigara
paketinden bir sigara çıkardı ve büyük bir saygıyla onu dudaklarının arasına yerleştirdi.
Tam Kav marka üzeri kilim desenli kibritine yönelecekti ki günlerdir yakasından
düşmeyen öksürük nöbeti başladı. Bu sırada sigarası dudaklarından düşen Axel
sabırla bronşlarındaki fırtınanın dinmesini bekledi.
Öksürükler
bitince yere düşen sigarasını tekrar dudaklarına yerleştirdi ve üzeri kilim
desenli Kav kibritini üzeri tırtıklı zeminde haşin ve kararlı bir biçimde
çakarak sigarasının ateşle buluşmasını izledi. Bir-iki nefes aldıktan sonra
sigarasının hayatına son veren Axel biraz düşündükten sonra yazıcısına yöneldi
ve yazıcının üzerindeki düğmeye bastı.
Çıkan kâğıda
hayret ve mutlulukla bakan Axel kâğıdın üstünde <<148-üst,154-2,215-odan1
ve 218-var>> yazısını okudu. Heyecanlanan Axel bir anda hazırlandı ve
hemen aşağı sokaktaki iddaa bayiine koşup kâğıtta yazan maçları fikstüre dahi
bakmadan oynadı. Kupondaki miktarı görünce gözleri fal taşı gibi açılan Axel
şaşkınlık, heyecan ve mutlulukla eve doğru seğirtirken yüklü miktarda bir
ikramiyenin onu beklediğini bilmiyordu bile.
2
Günlerden cumaydı. Bir önceki günden vuran
ikramiyeyi akşam ıslattıktan sonra eve sarhoş dönen Axel yatağından yorgun bir
şekilde kalktı. Eli kırmızı elma sigarasına ve Kav kibritine giden Axel’i hoş
bir sürpriz bekliyordu. Kırmızı elma yerine paketi siyah renkte üzerinde deve
olan bir sigara paketi Axel’e yüklü miktar parası olduğunu hatırlatıyordu.
Sigarasıyla büyük bir keyif ve mutlulukla halvet olan Axel kalkarak yazıcıya
yöneldi.
Dün
yaşananları aklına getirerek-ki zaten aklında başka bir şey yoktu-düğmeye basan
Axel sabırsızlıkla yazıcıdan çıkacak kâğıdı bekledi. Yeni doğan bebeğini
kucağına alır gibi çıkan kâğıdı özlem ve şevkatle eline alan Axel kâğıtta
sadece Kozet ve Aleksi Fiyodoroviç isimlerini okuyabildi. Biraz sonra
bilgisayarın başına geçti ve bir süre sonra dergide yayınlanacağı öyküsünü
yazmaya başladı. Yazıcı bu “yazamayan yazar”a Dostoyevski ve Hugo’dan yardım
getirmişti anlaşılan. Hamamda yıkanan bir hayat kadınına âşık olan on yaşındaki
bir çocuğun hikâyesi Axel’e itibar kazandıracak ve öykü eleştirmenler tarafından
tam not alacaktı.
3
Günlerden cumartesiydi ve Sonya yatağından
büyük bir mutluluk ve umutla uyandı. Koşup perdeleri ve pencereyi açan Sonya
odaya güneş ışığı, temiz hava ve en güzel bahar kokularının girmesine izin
verdi. Bu sırada Axel öyküsünü yazıyor yemek yemek, su içmek bir yana
sigarasına bile elleşmiyordu. Büyük bir motivasyon ve inançla kalemi kağıdın
üzerinde dans ettiriyor kağıtta yazanları çok dikkatli bir biçimde bilgisayara
aktarıyordu. Kuşsütünün eksik olmadığı kahvaltısını büyük bir iştahla bitiren Sonya
dişlerin fırçalamak üzere banyoya seğirtti.
Aynada
yansımasını izleyen Sonya bu güzellik karşısında bir kez daha tanrıya şükretti
ve odaya yöneldi.1,75-1,80 boylarında yüzü güneş gibi parlayan, doğan aya
doğdum diyen, kaşları kara, saçları uzun, benim diyen modele taş çıkartan,
daldaki elma, sudaki nergis, havada uçuşan leylak kokusu, bülbülün dilindeki gül,
gülün içindeki gonca, dağ yolundaki yonca. Elf prensesleri kadar güzel ay
ışığında yandığından beyaz tenli güzel bir kızdı sonya. Yaşamayı seviyor en
küçük sevinçlerden bile büyük mutluluklar devşirmeyi becerebiliyordu. Bu güzel
günü ve taptaze bahar kokusunu ciğerlerine doldurmak için hazırlanan Sonya
sabırsızca kendini sokağa attı. Durakta gördüğü taksiye yönelen Sonya’nın amacı
sahile inmekti ancak hayatının sonsuza dek değişeceğinden haberi bile yoktu
taksiye bindi ve…
Öyküsü bitirmeye yakın Axel acıktığını anlayıp
mutfağa doğru yöneldi. Buzdolabını açtığında dolabın tam takır olduğunu gören
Axel hayal kırıklığına uğradı. Odasına gitti Yazıcıyı çalıştırdı ve yazıcıdan
çıkan kâğıtta bir taksi plakasını okudu. Pantolonunu ve gömleğini giyen Axel
büyük bir isteksizlik ama mecburiyetle sokağa çıktı.
Yol
kenarında bekleyen taksiyi görünce heyecanlandı çünkü kâğıtta yazan plaka bu
arabanındı. Taksiye yöneldi kapısını açtı içeri girdi…
Büyük bir mutlulukla camdan dışarıyı izleyen
Sonya araba durduğunda şaşırdı. Şoföre neden durduğunu sorduğunda şoförden
yanıt bile almadı.
Ama bu onu
kızdırmadı ve tekrar sorduğunda ise şoförden arabanın motor arızası yaptığını
ve telsizden bir taksi çağırıldığını bildiren bir yanıt aldı. Tam bu sırada
arabanın kapısı açıldı ve arabaya aceleci bir tavırla bir adam bindi.
Bir anda taksiye binen Axel şaşkınlığı
üzerinden atamazken bir yandan da yaptığı bu kabaca davranış için kendine
kızıyordu. Ama arabadan da inmek istemiyordu çünkü bu güne dek böyle bir
güzellik görmemişti. Ay gibi parlayan bir yüzü, kemerli burnu, uzun saçları,
gözleri, dudakları, kaşları,… Adeta hepsi altın oranla yüzüne yerleştirilmiş
yaradan varlığının ve güzelliğinin kanıtı olarak bu kızı dünyaya göndermişti.
Bu şaşkınlık ve hayranlık içerisinde Axel’in dudaklarından sadece özür
dilediğini bildiren kelimeler çıkmıştı.
Zaten bu güzel günde arabanın bozulması
Sonya’nın sinirlerini bozmaya başlamışken bir de bu adamın pişkin bir tavırla
özür dilemesi tüy dikmiş bir yandan Sonya’yı kızdırırken adamın bu pişkin ve
cüretkâr tavrı bir yandan da Sonya’nın komiğine gitmiştir. Yüzünü ekşitip
<<Ne özrü oğlum. Bu nedir lan yıl olmuş 2013 takside tanışmakta neymiş
kaldı mı lan böyle klişeler ne yani biz şimdi evlenelim mi onumu
istiyorsun>> diye yarı esprili yarı ciddi bir soru sordu Sonya. Bu soru
karşısında şaşkına dönen Axel <<Ne alakası var yanlış görmüşüz>>
diye gülerek geçiştirmeye çalıştı. Elini uzattı ve kendini tanıttı.
Tam Sonya bu
iyi niyetli davranışa karşılık verecekti ki taksi şoförü bir anda ortaya atıldı
ve öfkeli bir biçimde <<bir bitmediniz amk bu nedir lan çıkın gidin lan
arabamdan>> diyerek Sonya ve Axel’i arabadan kovdu. Şoförün bu öfkesi
karşısında kendilerini tutamayan Axel ve Sonya kahkahalarla arabadan indiler ve
hemen yolun karşısındaki çay bahçesine oturup birer çay içmek üzere
seğirttiler.
4
Günlerden cumartesidir ve Axel sol kaburgasını
bulmuştur. Büyük ve tutkulu bir aşkın girdabına sürüklenmiş aşktan gerçekten de
sarhoş olmuştu. Akşama kadar sadece Sonyayı dinlemiş yüzünü tüm ince
ayrıntılarına kadar incelemiş artık gönlünde hep o resmi ömrünün sonuna kadar
taşıyacağına kendi kendine söz vermişti. Vakit geç olduğunda onu evine
bırakmış, telefon numarasını almış ve pazartesi gününe randevulaşmıştı. Büyük
bir mutluluk ve sarhoşlukla eve dönerken Axel artık bir gözünün diğer tarafa
geçtiğini düşünmüş ve ilk defa kendini bir balık gibi hissetmişti. Eve geldiğinde
Axel hemen yazıcıya yönelmiş ve yazıcının tuşuna basmıştı. Çıkan kâğıtta hiçbir
şey yazmadığını gören Axel öfkelenip yazıcıya vurmaya başlamış ve aniden
arkasına dönüp irkilerek bağırmıştı. Yatağında kısa saçlı ve gür sakallı dev
gibi bir adam yatıyordu.
Axel korku
ve şaşkınlıkla bu adama kim olduğunu sordu. Adam neşeli ve sıcakkanlı bir
tavırla konuşmaya başladı.<<Axel oğlum, yavrum neden yazıcıya vuruyorsun ha?
Ben de senin evine vursam hoşuna gider mi? Hem nedir derdin nedir yani
kimdir?>> Axel henüz şaşkınlığını üzerinden atamadan sorusunu
tekrarladı.<<Ben mi? Ben o tokatladığın yazıcının meleğiyim. Yavrum sana
gelecekte olacakları bir elektronik aletinmi söylediğini sanıyorsun?>>
diye içini rahatlattı sakallı adam Axel’in.
Rahatlamış
ve sakinleşmiş olan Axel Adama adını sordu. Adam<<Aslında öyle bilinen
bir adım yok Ama istersen Ziver diyebilirsin bana malum en sevdiğin karakter
hem arayı da ısıtmış oluruz. Korkma oğlum vallaha yemeyeceğim seni.>>
dedi. İyice sakinleşen Axel Ziver’e kâğıtta neden bir şey yazmadığını sordu.
Bugün olanları Axel’e hatırlatan Ziver<<Oğlum meleğim lan ben. Cinsiyetim
yok. Ne anlarım gönül işlerinden>> diye cevap verdi. Axel bunun üzerine
Sonya’yı uzun uzun tasvir etti. Onu anlatırken gözlerinin içi gülüyor hızlıca
çarpan kalbini tüm şehir duyabiliyordu. Çok fazla sıkılan Ziver konuyu
geçiştirmek için müdahale etti: <<Vallaha kardeşim dediğim gibi bu
işlerden anlamam ama sana şunu önerebilirim: SEVİYORSAN GİT KONUŞ.>>
*SON*
Bünyamin Bucuka
Bünyamin Bucuka
KAR MASKESİ
Milattan sonra bilmem kaçıncı yılın
aralık ayının herhangi bir sabahıydı. Dışarıda yağmur vardı ve sokak bomboştu.
Yağmur damlaları camı dövüyor hızlı esen rüzgârın uğultusuyla birlikte harika
bir senfoni oluşturuyordu. Vize haftası bitmiş uykusuz geçen geceler nihayete ermişti.
Odaları soğuk olduğundan salonda uyuyorlardı Aziz ve Said. İki tane çekyat bir
masa bir sehpa ve sandalyelerden başka bir şey yoktu odanın içinde. Masanın
üzerinde dün geceden oynanmış okey takımı vardı. Sandalyenin üzerinde gömlek ve
pantolonlar sehpanın üzerinde ise telefonlar çakmaklar iskambil kartları ve bir
paket Sipahi vardı. Hava kapalı olduğundan salon aydınlık değildi. Loş ve kasvetli
bir hava hâkimdi salona. Dışarısı soğuk olduğundan havalandırılmamış nefes
sigara ve küf kokuları birbirine karışmıştı. Aziz aniden ciğerleri ağzından
çıkarcasına öksürmeye başladı. Acı çektiği yüz ifadesinden belliydi. Öksürük
nöbeti bitince tekrar uyuyamayacağını düşündü ve sehpanın üzerinde duran sigara
paketinden bir Sipahi çıkarıp yaktı. Sigarasını içerken odayı izliyor odadaki
tonlarca yükün altında eziliyordu. Uyandığı en kötü sabah değildi ama bir
sıralama yapsaydı ilk on’a girebilirdi. Havasız gündüz olmasına rağmen karanlık
loş bir odada uyanıyordu üstelik evinden kilometrelerce uzakta ailesinden
uzakta bu koca şehirde bir başınaydı. Tek güvendiği insan Saiddi ve oda şu anda
yanında horul horul uyuyordu. Sigarasından bir iki nefes daha aldı almadı yine
çok acı veren bir öksürük nöbetine kapıldığı için sigarasını söndürmek zorunda kaldı.
Su içmesi gerektiğini biliyordu ama yorganın altı sıcak olduğundan kalkıp su
içmeye erindi. Ayağını yorganın altından çıkartıp hafifçe Said’i dürttü. Aziz
tarafından dürtülen Said sehpada duran telefonuna baktı ve saatin 11.11
olduğunu gördü. Telefonu sehpaya bırakıp bir Sipahi’yi dudağına götürdü ve ateşledi.
Bu sırada Aziz öksürüyor sesi adeta tüm sokakta yankılanıyordu. Öksürük
nöbetine ve yeni sigarasını söndürmesine rağmen Aziz sehpanın üzerinde duran
paketten bir Sipahi daha yaktı.
İkili sanki bir sabah ayiniymiş gibi
sigaralarını içiyor arada bir birbirlerine baksalar bile hiç konuşmuyor odadaki
eşyalara boş boş bakıyorlardı. Said ve Aziz arkadaştan öte kardeş gibiydiler.
Yorganın altında Said ve Aziz sigaralarını içerken Aziz aniden konuşmaya
başladı.<<Said… Kısa bir süre sonra öleceğini bilsen ne yapardın?>>
Said Aziz’in sabah sabah böyle bir şey söylemesini beklemiyordu. Hüzünlü ama
bir o kadar da kızgın bir şekilde karşılık verdi.<<Kardeş sabah sabah hiç
açma bu konuları. Hem konuşmuştuk oğlum böyle şeyler söylemeyecektik
birbirimize. Ölümden bahsetmeyecektik.>> Aziz her zaman hüzünlüydü. Zayıf
ufak tefek çelimsiz bir yapısı vardı. Arkadaşları Sami Hazinses’e benzetirlerdi
hep Aziz’i. Ama kanser olduğunu öğrendikten sonra daha bir zayıflamış daha bir
küçülmüştü. Sanki buna sebep olan hastalığı değil de bunu öğrenmiş olmasıydı.
Said’in bu cevabı onu üzmüş ve konuşmak zorunda olduğunu
düşünmüştü.<<Hayır, gerçekten sorumu yanıtlamanı istiyorum. Öleceğini
bilsen ne yapardın?>> Said bundan kaçamayacağını düşündü ve cevap vermek
zorunda kaldı.<<Zaten öleceğimi biliyorum ki Aziz.>> Said’in bu
kurnazca cevabı karşısında onu daha da köşeye sıkıştırmak istercesine Aziz bir
soru daha sordu.<<Zaten herkes ölecek. Ben yarın, öbür gün ne bileyim şu
kısa süre içersinde öleceğini bilsen ne yaparsın diye soruyorum. İdam
mahkûmlarını düşün bir. Öleceklerini biliyorlar. Sence korkuyorlar mıdır?
Pişman mıdırlar peki? Ya da nasıl hazırlıyorlar kendilerini ölüme?
Korkuyorlarsa bununla nasıl baş edebiliyorlar?>>Said sigarasını söndürdü
hafifçe doğruldu Aziz’in gözlerine bakarak konuşmaya başladı.<<Sen bu
hastalık yüzünden ölmeyeceksin. İnan bana savaşacaksın savaşacağız ve birlikte
bununda üstesinden gelebileceğiz.>>Said’in bu sözleri Aziz’i hiç
etkilemedi. Ateş düştüğü yeri yakıyordu ve Said için böyle konuşmak kolaydı.
Hasta olan o değildi can derdi yoktu onun diye geçirdi içinden Aziz ve sadece
bir cümle dökülebildi dudaklarından.
<<Merak etme kardeşim bu
hastalık yüzünden ölmeyeceğim.>>
Aziz tam söyleyeceğini söyleyip
sigarasını söndürürken aniden ikisi birden irkilerek aynı yöne baktı. Çekyatlarının
ayakucunda ayakta durmuş iki tane siyah takım elbiseli adam belirmişti.
Başlarında kar maskesi vardı. Ceketlerinin üzerinde anlam veremedikleri bir
sembol vardı. Uzun boylu olan konuşmaya başladı.<<İdam mahkûmları ölümden
korkarlar. Kendilerini ne kadar hazırlamaya çalışsalarda korkularını
yenemezler. Pişman olanı da gördüm olmayanını da. Ama en zoru beklemek oldu
hepsi için.>>Adamın bu sözleri Aziz’i tatmin etmiş Said’i ise
sinirlendirmişti ve bağıra bağıra konuşmaya başladı Said.<<Kimsiniz lan
siz? Bu ne şekil? Nasıl geldiniz lan buraya?>>Aziz sinirlenmemiş hatta
kim olduklarını merak bile etmişti. Söyleyecek sözleri olduğunu düşündü ve her
ne olursa olsun dinlemeye hazırdı. Buna karşın Said her geçen saniye daha da
öfkeleniyordu. Said’in bu sorusu üzerine uzun boylu olmayan adam konuşmaya
başladı.<<Biz şeytanız. Biraz önce konuşan 1. şeytandı. Bana 2. şeytan
diyebilirsiniz. Öyle özel bir ismimiz yok numaralarımız var.>>Said daha
da sinirlenmiş sesi bir perde daha yükselmişti.<<Ne işiniz var lan burada?
Ne istiyorsunuz lan bizden?>>1. şeytan<<Şeytan bir insandan ne
isterse onu. Nefsinize yenilmenizi istiyoruz. Özgürlüğünüzü istiyoruz. Bunun
karşılığında Azizi ölüme hazırlayacağız.>>Said Aziz’in güçlü olmadığını
ve bu süslü anlatıma aldanacağından korktu ve bir çıkış yolu aramaya başladı.
Şeytanlarla Aziz çoktan konuşmaya dalmışken ve yalanları çoktan Aziz’in tüm
vücudunu kaplamışken Said masanın üzerinde dün geceden oynanmış okey takımını
gördü. Bir çıkış yolu bulduğunu düşündü ve konuşmaya başladı.<<Size bir
teklifim var. Gelin okey oynayalım eğer biz kazanırsak gidersiniz yok eğer siz
kazanırsanız ikimizde size teslim olacağız. Kazanan takım diğer takımın
kaderini belirleme gücüne de sahip olacak.>>Bu teklif şeytanların
ilgisini çekmiş ve zekâlarına da güvenerek Said’in bu teklifini kabul
etmişlerdi.
Masaya otururken 1. şeytan birkaç
kural koymak istedi ve konuşmaya başladı.<<Oyunu biraz ehemmiyetli hale
getirelim. Öncelikle ıstakadaki sayılar toplamı bundan sonra yaşayacağınız yıl olacak.>>Said
bu kuralı düşünürken Aziz aniden kabul etti ve masaya oturdular. Said
şeytanları masaya çekmeyi başarmıştı ama bu işin içinden nasıl çıkacağını bilmiyordu.
Bu bir oyundu ve eli kötü gelebilirdi daha da korktuğu Aziz’i bu masada
kaybedebilirdi. Said kara kara düşünürken Aziz dizilmiş taşları dağıtmak için
zar atmış ve okeyi belirlemişti. Taşları dağıtırken konuşmaya başladı
Aziz.<<Şimdi demin Said’e sorduğum soruyu tekrar soracağım. Herkes sırası
gelince sorumu cevaplayacak. Yakında öleceğinizi bilseniz ne yapardınız?>>Said
Aziz’in bu tavrından hoşlanmamış şeytanların teshiri altında kaldığını düşünmüştü.
Tüm bunlara rağmen Aziz’in teklifini kabul eden ilk Said oldu. Oyunu başlatacak
olan 2. şeytandı ve ilk cevabı da o verdi.<<Valla Aziz’im ben ölümsüzüm.
Ama bir ölümlü yerine kendimi koyup cevap verirsem herhalde nefret ettiğim
insanları öldürmeye başlardım. Ben ölürken o puştların yaşayacak olması beni
çıldırtırdı.>>dedi ve Said’e bir taş attı. Sıra Said’e gelmişti. Said bir
taşa baktı bir eline baktı ve ortadan bir taş çekti. Soruya cevap vermesi
gerektiğini biliyordu, biraz düşündü ve cevap verdi.<<Ben tüm
sevdiklerimi ve varsa beni sevenleri ölümüme hazırlamaya çalışırdım. Kendimi
buna hazırlamaya çalışmaktan daha kolay olurdu elbette.>>dedi ve elindeki
fazla taşı attı. Sıra 1. şeytana gelmişti. Hiç eline bakmadan Said’in attığı
taşı aldı ve hızlıca cevap vermek için konuşmaya başladı.<<Hangi sebepten
öleceğim önemli burada. Eğer Aziz’in durumundaysam hiç beklemez kendimi ölüme
hazırlamaya kalkışmaz daha fazla acı çekmemek ve çektirmemek için kendi canımı
kendim alırdım.>>1. şeytanın bu cevabı üzerine Said çok sinirlenmişti.
Bizim oğlanı kandırmaya çalışıyor diye içinden geçirdi konuşmak istedi ama
koyulan kuralları hatırlayıp susmak zorunda kaldı. Aziz ise bu cevaptan
etkilenmişti.
Bir karar vermesi gerekiyordu şimdi.
Eğer 1. şeytanın attığı taşı alırsa bu şeytanın etkisine gireceği anlamına
geliyordu. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu ve bu kararsızlığı Said’i
korkutuyordu. Aziz’in eli 1. şeytanın attığı taşa doğru giderken ani bir karar
değişikliğiyle orta taşlara yöneldi ve bir taş çekip ıstakasına koydu ve elinde
lüzumsuz taşı alıp 2. şeytana attı. Soru sorma sırası 2. şeytandaydı ve 2.
şeytan konuşmaya başladı.<<Hayatınızda hiç hırsızlık yaptınız mı?>> 2. şeytanın elindeki fazla taşı sertçe atmasıyla
Said sıranın onda olduğunu hatırladı. Yerden bir taş çekti ve konuşmaya başladı.<<Hayatımda
hiç hırsızlık yapmadım.>>diyerek kısa ve öz bir cevap verdi ve sertçe
elindeki fazla taşı 1. şeytana attı. 1. şeytan da hızlıca yerden bir taş çekti
ve konuşmaya başladı.<<Hangi birini anlatayım o kadar çok ki mesela
geçenlerde… ohooo bu çok uzun siktir edin.>>dedi ve eline aldığı fazlayı
Aziz’e attı. Aziz şeytanın attığı fazla taşı aldı ve cevap verme sırası onda
olduğundan konuşmaya başladı.<<Ben bir kere hırsızlık yaptım gerçi o
sayılır mı bilmiyorum ama ilkokuldaydım arkadaşımın çok güzel kokan bir kokulu
silgisi vardı onu çalmıştım. Bebe baya ağlamıştı ders bitene kadar.>>dedi
ve elindeki fazlayı 2. şeytana attı. 2. şeytan hiç konuşmadan yerden taş çekti
ve o taşı Said’e attı. Said 2. şeytanın attığı taşı aldı ve sorusunu
sordu.<<Ölümlümü olmak isterdiniz yoksa ölümsüz mü?>>1. şeytan bu
soruyu bir an önce cevaplamak istedi ve hemen Said’in attığı taşı
aldı.<<Ölümsüz olmak isterim tabiî ki. Ölüm soğuktur. Ölüm bu dünyada
hazırlanılması imkânsız olan tek şeydir.>>dedi. Bu vermiş olduğu cevapla
Aziz’i kandırmayı umuyordu. Bir süredir Aziz için Said’le savaş verdiğinin
farkındaydı ve kendini galibiyete yakın hissetti. Mutlulukla tam fazla taşını
yere atacaktı ki kapı aralandı ve eşikte 1,75 boylarında ince boyunlu kemer
burunlu saçları beline kadar sırma sırma dökülen elleri küçücük gözleri dört
defa lacivert bir afet-i devran görüldü. Bu gelen Ahsen’di.
Said Ahsen’e deliler gibi âşıktı ve
de her ne hikmetse oda Said’e gönüllüydü. İçeriye girdiğinde Ahsen gördüğü
manzara karşısında şaşkına döndü. Said ve Aziz karşılıklı masaya oturmuş bir
başlarına okey oynuyorlardı. Üstelik diğer ıstakalarda da taşlar vardı. Bir an
durup düşündü konuşmadan önce. Delirmiş bunlar diye içinden geçirip konuşmaya
başladı.<<Günaydın beyler. Aşkım arıyorum arıyorum bir türlü ulaşamıyorum
sana şu telefonuna bir bak artık. Korktum valla başınıza bir şey geldi diye
gerçi korkmakta haklıymışım ne yapıyorsunuz öyle bir başınıza delirdiniz mi
yoksa? Aziz sen nasıl oldun kuzum daha iyi misin?>>Ahsen’i daha fazla
meraklandırmadan bir an önce göndermesi gerektiğini düşünen Said sevdiceğini
kırmak istemezmişçesine konuşmaya başladı.<<Akşama Yasin’lerle bulaşığına
okey oynayacağız. Bahadır Süha falanda gelecek. O yüzden şimdiden talim
yapıyoruz aşkım. Senin sınavına yarım saat kalmadı mı? Bak yetişemeyeceksin
yine git gir sınavına çıkışta gelirim ben okula bir şeyler yemeye
çıkarız.>>Ahsen Said’in onu başından atmak istediği gerçeğini aklının
ucundan geçirmedi bile her zaman düşünceli olduğundan Said’in art niyet
taşıdığına ihtimal bile vermeden tamam deyip çıktı. 1. şeytan elindeki taşları
saydı ve “NERDE KALMIŞTIK” diye soru sordu. Aziz cevap sırasının onda olduğunu
söyledi ve konuşmaya başladı.<<Ben ölümlü olmak isterim. Sevdiğim değer
verdiğim insanlar var ve onlar öldükten sonra ha yaşamışım ha yaşamamışım ne
önemi var.>>Aziz’in bu cevabı üzerine 1. şeytanın paçaları tutuşmuştu.
Savaşı kazanacağı yerde kaybetmek üzereydi. 2. şeytan adam gibi bir cevap
vermezse Aziz’i hepten kaybedebilir hatta okey masasında bile yenilebilirlerdi.
Aziz’in attığı taş yarıyordu ama elini bitirmiyordu. Yerden bir taş çekip
bitebilirdi ve ortadaki taşa yöneldi taşı çekerken taşın yaramadığını gören 2.
şeytan el çabukluğuyla Aziz’in attığı taşı almak isterken Said’e yakalandı.
Said öfkeyle<<Bu ne biçim iş adam gibi oyun oynayın amk. Yok, sana cevap
mevap hakkını kaybettin.>>dedi.
2. şeytanın bu salakça hareki zaten
zayıflayan kazanma ihtimalini daha da zayıflatmıştı. 1. şeytan elindeki tüm
kozu kullanmak istedi ve konuşmaya başladı.<<Bu sorumun cevabını sadece
Aziz’in vermesini istiyorum. Bu konuda karar verecek olan tek kişi Aziz’dir.
Eğer isterse sadece ona özel bir sorum var yok hayır istemezse normal bir sorum
daha var.>>1. Şeytanın bu önerisi Said’i korkutmuş ama kurallara aykırı
hareket etmemek için sessiz kalmıştı. Bir yandan Aziz’e güveniyor diğer yandan korkuyordu.
Aziz başını ileri geri sallayarak öneriyi kabul etti ve merakla 1. şeytanın sorusunu
bekledi. 1. şeytan yerden taşını çekti elini şöyle bir düzenledi fazla taşını
sağ eline alıp konuşmaya başladı.<<Aziz’im eğer istersen bu hastalıktan
ölmezsin. Şimdi yaşayıp kanserin ilerleyişini tüm ağrılarla tüm acılarla
tecrübe etmek mi istiyorsun yoksa hemen şimdi burada ölmek mi?>>1. şeytan
topu tüfeği tüm teçhizatıyla saldırmıştı. Aziz şöyle bir düşündü 1. şeytanın
attığı taşa baktı ve sonra eline baktı. Bir an Said’le göz göze geldi ve 1.
şeytanın attığı taşı aldı. Istakada birkaç değişiklik yaptı ve konuşmaya
başladı.<<Bu kadar insan beni düşünürken onları yüzüstü bırakamam kabul
etmiyorum teklifini. Bu arada biten takım diğer takımın kaderine hükmedecekti
değil mi? Bittim ben!>>Aziz’in bitmesi Said’i çok mutlu etti. Hiç
konuşmadı ama bakışlarından çok şey anlamak mümkündü. Aziz konuşmasına devam
etti.<<Gelelim size SİZ ÖLÜMLÜ OLACAKSINIZ. Ama öncesinde bir isteğim
daha var. Maskelerinizi çıkartın.>>1. şeytan eli mahkum yavaş yavaş
maskeyi çıkardı ve Said hızlı hızlı nefes alarak ona baktı. Maskenin altındaki
yüz Aziz’e aitti. 2. şeytanda çıkardı maskesine oda Saiddi…
Milattan sonra bilmem kaçıncı yılın bir aralık sabahıydı. Dışarıda
yağmur vardı. Yağmur damlaları camı dövüyor arabaların su birikintilerinden
geçerken çıkardığı sesle muhteşem bir senfoni oluşturuyordu.
Aziz aniden ciğerleri ağzından
çıkarcasına öksürmeye başladı. Uyanmıştı artık bir daha uyuyamayacağını düşündü
ve sehpanın üzerinde duran paketten bir Sipahi çıkartıp yaktı. Biraz önce gördüğü
rüyayı düşünüyordu boş boş evin salonundaki eşyalara bakarken.
*SON*
Bünyamin Bucuka
Bünyamin Bucuka
İNTİHAR
1
“Bir insanın
bu dünyada yapabileceği en zor şey kendini öldürmesi olmalı. Yaşamdan zevk
duysun duymasın, başına iyi şeyler gelsin gelmesin, yaşama isteği olsun olmasın
kendi canına kıymak hiç ama hiç kolay değildir. Yaşamak acıda verse, yaşadığın
süre boyunca büyük acılar çekecek olsan da ölüm her zaman soğuktur. Bir insanın
kendi isteğiyle ölmesi imkânsızdır bu yüzden.”
İşte tam da böyle düşünüyordum kibritimi
ateşlerken. Uyanır uyanmaz sigara içmek hayatta aldığım en büyük zevklerden
biriydi. Ölüm ve yaşam hakkında düşünürken ve sigaramı içerken birazdan başıma
geleceklerden hiç ama hiç haberim yoktu. Sadece sigaramı içiyor odamın
duvarlarında asılı olan resimlere boş boş bakıyordum.
Yalnız yaşayan
bir insanım ben. Bu dünyada kimsem kalmadı ya da ben öyle zannediyormuşum. Tam
sigaramı söndürecektim ki birden odamın kapısı açıldı. Korkuyla yarı uzanır
şekilde kapının oraya baktım ve o zaman en iyi dostumu kapının ağzında gördüm.
Ancak öyle bir güçsüzlük hali gelmişti ki üstüme yataktan kalkamadım. İçeriye
buyur ettim onu bunun üzerine yatağımın karşısındaki sandalyeye oturdu.
2
Odadan
içeriye ilk girdiğimde aklımdan geçen ilk şey odanın uzun süredir
havalandırılmamış olmasıydı. Uzun yıllardır görüşmediğim dostumu gördüğümde o
kadar mutlu olmuştum ki az daha buraya neden geldiğimi unutacaktım. Odası
küçüktü yatağının karşısındaki sandalyeye oturdum. Bir süre ikimizde konuşmadık.
Sanki beni gördüğü için mutlu olmamıştı beklide henüz beni bu kadar yıl sonra
görmüş olmanın şaşkınlığını yaşıyordu. Daha fazla dayanamadı ve sormasını hiç
istemediğim o soruyu sordu bana.
3
Sandalyeye
oturmuş donuk bir yüz ifadesiyle bana bakıyordu. Bir süre bakıştık birbirimize.
Gelmiş olmasından dolayı mutlu değildim ama eminimki şaşırmış olduğumu
düşünüyordu oysaki şaşırmamıştım. Bu kadar sene geçtikten sonra neden buraya
geldiğini merak ediyordum. Sessizliği bozmak bana düştü ve burada ne işi
olduğunu sordum. Aniden pişkin pişkin beni özlediğini söyledi. Yıllar önce
ondan kurtulmak için ne kadar acı çektiğim aklıma geldi. Onu kovmak istedim ama
bir yandan da özlemiştim onu ve ne söylemek istediğini merak ediyordum.
Söyleyecek sözü olmasa gelmezdi de bunu da biliyordum. İşte sinirimi bozan
durum da buydu. Tekrar burada ne işi olduğunu sordum ve bu seferlik onu
dinleyeceğimi söyledim. Onu dinlemeye hazırdım ve konuşmaya başladı.<Neden
hala insanlara güveniyorsun? Onlara neden hala saygı duyuyorsun? Hatta
insanları neden hala seviyorsun? Şu haline baksana bir acınacak haldesin yıllar
boyu insanlar sana ihanet etti hepsi seni arkandan vurdu. Hiçbiri sevmedi seni
oysa sen hala insanları seviyorsun hala içinde umut var her şey için umut var.
Ne kadar zavallısın.> <Umut ne güzel bir kelime bir insan
umut etmekten vazgeçerse elinde başka neyi kalır? Söylesene, baksana bir
hayatıma başka neyim kaldı ki? Sen rahatsın tabi dilediğin zaman karşıma geçip
nasihatten başka bir şey bilmiyorsun oysaki gerçek hayatta yaşayan benim sen
yaşamıyorsun bile. Ne gördün ki ne yaşadın ki beni böyle sorguluyorsun. Bence
zavallı olan sensin> diye karşılık verdim hüzün ve sinirle. Ondan cevap
bekliyordum biraz suskun kaldı ve konuşmaya başladı.
<Rahatım!
Ben mi rahatım bir hayatımı gözden geçir istersen yıllarca senle savaştım ben
hep beni öldürmek istedin hep yok etmek istedin beni yıllarca sonunda ne oldu
yine bana muhtaçsın. Hep muhtaçtın bana. Ben olmazsam ne yapardın? Ben
olmadığımda ne yaptın? Bir bakıyorum da hayatına bir bok olmamışsın bir sikim
yapmamışsın.> Bir süre duraksadı ve devam etti.<Ulan yıllarca tutturdun
ammına koyayım bir “kara gözlüm” diye. O ne yaptı sana? Umurun damıydın o
orospunun? Hiç umursamadı bile seni zamanı gelince kullandı kimi zaman aramadı,
sormadı bile hiç ve sonunda tekmeyi bastı. O bunu yaparken sen ne yaptın hiçbir
şey sadece ağladın.> Söyledikleri o kadar ağır geldi ki bir an haklı
olduğunu unutup sadece ağlamak geldi içimden. Konuşamadım o da bunun
farkındaydı. Hayatımın en zor anıydı ve daha da konuşacağından korkuyordum ve
korktuğum başıma geldi.<Hadi onu geçtim ulan bu hayatta yapmak istediğin
hiçbir şey yok. Neden okul okuyorsun bu hayatta bir amacın var mı? Yarın ne bok
olacağım diye düşündün mü düşündüysen o gerçekleşince mutlu olacağından emin
misin?> Böyle konuşması kızdırmıştı beni. Cevap verme isteğiyle dolup
taşmıştım aniden söze atıldım.<Eminim tabi. İnsanlara yardım etmek mutlu
edecektir beni. Sen anlamazsın ama her zaman bencildin.> Beni dinlerken her
zaman sakindi ama son söylediğim sözler sinirlendirmişti onu ve öfkeyle
konuşmaya başladı.<Lan dalyarak ne zaman bencilliğimi gördün? Bizim için
çabalıyorum lan ben. Adam olalım diye, mutlu olalım diye didinip duruyorum.
Bunun uğruna seninle bile mücadele ediyorum.> Küfürlü konuştuğu için özür
dilemesini beklemiştim ama dilemedi. Sanırım gerçekten sinirlenmişti ama bende
sinirliydim. Sakin olmam gerekiyordu gözlerinin içine baktım ve <Sen bizim
için değil kendin için çabaladın hep. Öyle olmadığını söyleyip durdun ama
öyleydi işte. Hep kendini düşündün Hep senin istediğin olsun istedin.>
dedim.
<Sen
kelimesini kullanıyorsun ya hala neden böyle yapıyorsun anlamıyorum? Benden
gerçekten de bu kadar mı nefret ediyorsun?> Biraz geçmişi düşündüm ve ona
cevap vermek istedim ancak beni susturdu ve konuşmaya devam etti.<Benimle
mücadele edebilmek için saatlerce o psikiyatrlara katlandın, ilaçlar kullandın
hem bedenine hem ruhuna işkence etmekten başka ne oldu? Bu işkenceye bir son
vermeliyim, bu acıya bir son vermeliyim.>Sözlerini bitirirken silahını
çıkartıp masaya koydu sigarasını yaktı ve içmeye başladı. Kalktı kitaplıktaki
kitapları aldı yatağa dökmeye başladı. Silahını çekti üzerine bir çeki düzen verdi
ve silahı şakağıma dayadı elveda dedi o an neden geldiğini anladım. O kısa süre
sanki bin yıl gibiydi. Tam tetiği çekecekti ki konuşmaya başladım.<Dur yapma
son bir şans ver bana. Gel satranç oynayalım eğer sen kazanırsan o silahı sok
beline arkanı dön ve git yok eğer ben kazanırsam bir an bile durma çek
tetiği.> Bu teklifim üzerine şöyle bir düşünüp teklifimi kabul etti ve
taşları dizmeye başladık. Piyonumu öne çıkararak oyunu başlattım ve o atıyla
ilk hamlesini yaptı. Bir diğer piyonumu öne sürdüm oda benzer bir hamle yaparak
piyonunu öne sürdü bir müddet oyun devam etti ve sonunda onu mat ettim. Mat
demeden silahı eline aldı. Elveda dedi. Seni seviyorum dedim. Hayır dedi sen
her zaman kendinden nefret ettin.
4
Tetiği çektim
ve şöyle bir baktım kendime. Sigaramı yaktım sanki her nefeste kayboluyordum.
Kapıdan çıktım ve gittim. Son kez baktığımda silah elimde öylece yatıyordum
yatakta hiç okumadığım kitaplar arasında…
*SON*
Bünyamin Bucuka
Bünyamin Bucuka
DEĞİŞİM
BÖLÜM 1
Uyanış
Hayat
anlamsız ve tekdüzeyken deniz bu yalnızlık evreninde tek başına tüm zorluklara
göğüs germeğe çalışıyordu.11 Kasım 2011 günü sabahı tüm hayatının değişeceğini bilmeden.
Radyoda ismi unutulmuş bir şarkıcının ismi unutulmuş bir şarkısı. Yağmur ağır
ağır camı döverken oda sıcaklığından biraz daha sıcak bir oda ve ocağın üstünde
öten çaydanlık. Uyanmak ve ölmek için güzel bir sabah. Acının doruklarında
yalnızlığın hüznünde ve terk edilmişliğin kederinde umursamaz bir hayat son
bulmak üzereyken ağlamak haramdır şişmiş ve morarmış gözlere. Yalnızlığın
hüznünde üç gün sonra şişecek ve kokacak bir ceset henüz canlıyken boş boş
tavana bakacak göz bebekleri milim hareket etmeyecek bir çift göz henüz
görürken henüz duyarken en acı çığlıkları ve en sessiz acıları kulaklar son kez
sigara koyulur bir dudağın arasına. Son kez sevilmeye çalışılır tüm acılarıyla
ve tüm hileleriyle dünya. Tüm korkuları sollar bir elinde sigara ve diğer
elinde tabanca varken ölüm korkusu. Bilinmezliğin merakı da cabasıymış gibi
derin ve sürekli nefes almaya başlar insan. Tüm hilelerden kurtulacak olan insan.
Son bir nefes alınır sigara söndürülür. Derin bir nefes alınıp yaşanılanlar bir
düşünülünce daha fazla olayı dramatize etmek istemeyen insan aniden basar
tetiğe ve tüm hikâye asıl şimdi başlar. Saatler 11.11 i göstermektedir.
BÖLÜM 2
O kız
Sıcak bir
nisan sabahı. Hayatı hayata dönmüşçesine yaşamanın mağrurluğu üzerinde giyilir elbiseler.
Çay ocağın üzerine koyulur. Duşa girilir büzülmüş dudaklarda ıslıkla. Ocağın
üzerinde öten çaydanlıkla ıslık adeta senfoni oluşturur ve en güzel vals müziği
o anda kötü gelir insanın kulağına. Şevkle alınan duşun üzerine yapılan iyi bir
kahvaltı, bardaktaki yarım bardak çayın üzerine yakılacak sigaranın zevkin habercisidir.
Son hazırlıkların ardından ayakkabı bağcıklarının bağlanmasıyla başlar serüven.
Cıvıl cıvıl bir sabah dışarıda yürürken güneş cam kristaller arasından süzülmüş
gibidir adeta. Önceki geceden yağmış olan yağmurdan ıslanmış yollar güneş
ışıklarını semaya yansıtırken ıslanmış toprak kokusu dolar ciğerlere. Huzur
veren sessizliği kuşlar bozar inadına ötüşleriyle. İnsanlık tarihinin tüm
zulümlerini tüm acılarını tüm savaşlarını hiçe sayarak mutlu olmaya
çalışırcasına inadına yaşama azmi kazandıran bu sabah tüm gizemi ve
bilinmezliğiyle yeni sürprizlere gebe olduğunu hissettirir yaşamın tüm gizemini
çözme azmi ile dolu olan insana. Otobüs her zamanki gibi kalabalık olsa da
yinede olumlu düşüncelerini olumsuza çeviremezdi nazımın. Fotoğraf makinesini
hazırlayıp kordonda fotoğraf çekmeye başlayan nazımın objektifine takılan bir
kare onu inanılmaz bir aşkın pençesine sürükler. Böyle bir bakışa böyle bir
duruşa daha önce şahit olmayan nazımın bir anda tüm hücreleri aynı hedefe kitlenir.
Gün boyu o kızı takip eden nazım çektiği fotoğrafların negatiflerini
fotoğrafçıya götürür. Fotoğrafçı uzun süredir tanıdığı iyi bir insandı.
Negatifleri bıraktı evine gitti. Ancak sabah gelen telefon nazımı çok büyük bir
dehşete düşürdü çünkü gelen telefon tüm fotoğrafların boş olduğunu
söylüyordu.”O kız” aslında yoktur.
BÖLÜM 3
Koruyucu Melek
Soğuk bir
kasım akşamı. Yağmur yağarken sağdan soldan topladığı 3-5 kuruşluk parayla
pecmurde acınılacak halde olan yaşlı bir şarapçı ağır aksak topallayarak bir
çorbacıya oturur. Cebinden çıkardığı bozuk paraları masanın üstüne koyar ve
mercimek çorbası ister. Çorbası gelince yanına ekmek ister ve ekmeği çorbaya
daldırarak görgü kurallarına aykırı bir biçimde çorbalı ekmeğini yemeğe başlar.
Ekmeği çorbaya daldırıp ağzında öğütürken ağzının kenarından akan çorbayı
kaşıkla toplayarak içer. Ve saat akşam 22.22 olduğu anda denizle karşılaşır.
Deniz evine gitmektedir ve evinin yolu oradan geçmektedir. Bir an göz göze
gelirler ve deniz hızlı hızlı yürüyerek evine gider. Gece yarısından sonra
takvimler 11 Kasımı göstermektedir. Şarapçı çorbasını bitirdikten sonra
uyuyacak bir bank bulmak için parka gider ve karnını doyurmuş olmanın
mutluluğuyla bir banka kıvrılıverir ve uykuya dalar. Sabah olur fakat hala
şarapçı uyanmamıştır. Aniden uyanır ve denizin evine doğru koşmaya başlar öyle
hızlı koşar ki sokaktaki insanlar bu duruma şaşar kalırlar. Denizin evine
geldiğinde denizi yatakta kanlar içinde bulur elinde bir tabanca vardır ve yüzü
tanınmayacak hale gelmiştir. Denizin yatağına çıkar, başka insanların anlam
veremeyeceği fakat onun ve diğer koruyucu meleklerin nezdinde çok anlamlı olan
bir dizi uğraşıya girişir ve bir süre sonra aşırı yorulmuş ve yıpranmış bir
şekilde yataktan iner ve hızla evi terk eder. Yatakta ise artık deniz değil
koruyucu melek tarafından dönüştürülen nazım yatıyordur ve nefes alıyordur.
Nazımın hayat sevgisi hayata tekrar dönmesinden kaynaklanıyordur. Ve tabi
şizofren olmasıda.
*SON*
Bünyamin Bucuka
Bünyamin Bucuka
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)